Ana içeriğe atla
NUH TUFANI - İNANÇ MI GERÇEK Mİ?

Sanatçının Tufan Canlandırması
Nuh Tufanı, İbrani dinlerin kitaplarının (Eski ve Yeni Ahit, Kuran) ortak paydasını oluşturan en önemli dini yapı unsurlarından biri ve bu dinlere göre ilahi iradenin tecellisini gösterdiği savlanan belki de en önde gelen örnek mesel niteliğinde.

2000 veya 2500 yıldır konu dinlere mensup insanlar Nuh Tufanını gerçek olarak algıladı ancak Jeoloji ve biyoloji biliminin 18. yy.’dan itibaren gelişmeye başlaması ile birlikte giderek artan sayıda insan gerçekliğini sorgulamaya başladı. Günümüze gelindiğinde ise adı geçen 3 dinin takipçileri arasında bile Nuh Tufanı meselinin bir mecaz olduğunu ve öyle ele alınması gerektiğini savunmaya başlayan çok sayıda insan var artık. Mecaz görüşüne katılmayanlar arasında kutsal kitaplarda bahsi geçen tufanın global değil, lokal olduğunu iddia edenlerin de sayısı giderek artıyor. Geriye kalan kesim Tufanı hala bir gerçek olarak algılamaya devam ediyor. İnanmayanlar içinse Nuh Tufanı zaten başından beri (hem de tutarsız) bir masaldı, gerçek olamayacak kadar akıl ve mantık dışıydı.
Günümüzde jeoloji ve biyoloji bilimi ile birlikte astronomi, tarih, arkeoloji, linguistik, genetik, paleontoloji, oşinografi vb. gibi ana ve alt disiplinlerin ortak bulguları böyle bir tufanın olmadığına “net bir biçimde” işaret ediyor.

Tufan Eski Ahit ve Kuran’da biraz farklı tasvir ediliyor. Eski Ahit Tufan için çok detaylı bir portre çizerken Kuran sınırlı bir tasvirle yetinmiş. Ayrıca aralarında çelişkiler var. Çelişkiler daha çok detaya ilişkin. Bunları “DİNİ BULGULAR” bölümünde inceleyeceğiz.
Bilimin bulgularının yanı sıra tarihsel açıdan da Tufan öyküsüyle çelişen durumlar söz konusu. Bu nedenle Nuh Tufanı meselesini aşağıda verili 3 temel bölümde ele aldım:

l  TARİHSEL BULGULAR
l  BİLİMSEL BULGULAR
l  DİNİ BULGULAR

İlk olarak tarihsel bulgularla başlıyoruz. Onu bilimsel bulgular ve dini bulgular izleyecek. Tefrikada bahsi geçen veriler ve tezler mümkün olduğu ölçüde kaynak verilerek paylaşılmıştır. Kaynaklar ağırlıklı olarak üniversite, resmi kuruluşlar, eğitim kurumları, uzman organizasyonlar ile kitap ve ansiklopedilerdir. Takıldığınız yer olursa kaynağa bakabilirsiniz. Okuması biraz zahmetli olacak. Onun için sabır gösterip okuyacaklara kolay gelsin diyorum. Olumlu eleştiriler için şimdiden teşekkür ederim. Olumsuz eleştirilerden ise yapıcı oldukları ölçüde yararlanmak için çaba göstereceğime inanabilirsiniz.

Saygılar.

Hasan Yıldız


TARİHSEL BULGULAR

Tarihsel bulgular başlığı altında daha çok Eski Ahit temelli Tufan tarihlendirmesinin yanlışlığını ortaya koyan olguları ele aldım. Tarihi “historia” ve “preshistoria” diye ikiye ayırdığımızda, Tufanın neden “historia” yani yazılı tarih döneminde olamayacağını ortaya koyan bulgular bunlar. “Prehistoria” dediğimiz tarih öncesi dönemde Tufan varlığını geçersiz kılacak bulgular ise daha çok diğer başlıklar altında ele alınmıştır. Şimdi bazı bulgulara (hepsini değil) tek tek göz atalım:
Öncelikle ilk bakmamız gereken yer aşağıdaki 2 görsel. İlki (Resim_1) Tufanlı uygarlık 
senaryosunu temsil ediyor. İkincisi ise doğal olarak Tufansız uygarlık senaryosunu:

Resim_1
Bu grafik bize Tufan olduysa insan uygarlığını tarihi, arkeolojik, antropolojik, paleontolojik, biyolojik ve jeolojik bulgularda nasıl görmemiz gerektiğini anlatıyor. Grafikte görüldüğü gibi insan uygarlığı giderek gelişirken Tufanla birlikte dünyaya format atılıp dünya ve insanlık bir nevi yeniden başlatılıyor. Bu nedenle grafikte 2 ayrı gelişim piramidi görüyoruz.

Resim_2
Bu grafikte ise Tufan olmadan insanlık uygarlığının gelişimini somut bulgularda nasıl görmemiz gerektiği gösteriliyor. Nitekim tüm somut bulguların bize gösterdiği resim budur. Şimdi bu 2 grafiği aklımızda tutarak tarihi bulguları irdelemeye geçebiliriz.

Antik Mısır Uygarlığı:.
Eski Mısır insanlık tarihindeki en önemli 3 antik medeniyetten birini ve belki de en gelişmişini oluşturuyor. Gelişmişliğini özellikle kayıt tutma konusundaki titizliklerine bakarak dahi anlayabiliyoruz. Neredeyse başlarına gelen her şeyi, tek tek hanedanları, yaşamlarını, akrabalarını, devlet büyüklerini ve önemli devlet işlerini ayrıntılı bir biçimde taşlara ve papirüslere kayıt etmişler. Bunlardan günümüze bozulmadan gelenleri ile bile antik Mısır tarihini diğer uygarlıklara nazaran çok daha ayrıntılı bir biçimde öğrenmiş durumdayız. Antik Mısır, önceki kabileleri saymazsak, MÖ 3100 yılında İlk hanedan Meni’nin (Menes) aşağı ve yukarı Mısır’ı birleştirmesi ile başlıyor ve MÖ 3. yy’a kadar 30 hanedanlık barındıran 2800 yıllık bir zaman diliminde hüküm sürüyor [a7-a8-a13]. Ne muazzam ne görkemli! Tam 2800 yıl süren bir medeniyet ve onun yazılı olarak kuşaktan kuşağa aktarılan kesintisiz tarihi!.. Evet burada “anahtar” kelime “Mısır’ın kesintisiz tarihi”. Antik Mısır’dan bize kalan kayıtlar onun tarihini kesintisiz bir biçimde gözler önüne seriyor. Bu çok önemli çünkü Tevrat’tan kaynak alan tarihleme çalışmalarına göre Nuh Tufanı Mısır Uygarlığı kurulduktan sonra gerçekleşti! Durum buysa, Antik Mısır nasıl oluyor da böyle kesintisiz bir tarihe sahip oluyor?.. Tekvindeki tufan öyküsünden biliyoruz ki, Tufandan sadece Nuh peygamber, oğulları ve eşleri kurtuldu. Kurtulan tek bir Mısırlı bile yoksa, MISIR TARİHİNİN VE MEDENİYETİNİN NİYE BUNDAN HABERİ YOK!

İrlandalı Papaz James Usher’in Tevrat, Pentakök, Talmud ve özellikle Mazoretik metinlerde toplam 2000 sayfa tarayarak adı geçen peygamber ve avanesinin sayıları ve yaşlarına dayanarak yaptığı hesaplara [a1] göre dünya Milattan Önce 4004 yılında kurulmuş. Böyle olunca Hz. Adem’den günümüze doğru peygamberler ve yaşları ile mesela Babil sürgünü, Süleyman’ın tapınağı gibi önemli tarihsel durak noktaları toplanarak/çıkarılarak yapılan hesaplamada Nuh Tufanının tam tarihi MÖ 2348 (ya da 2349) olarak çıkıyor. Bu tarihte Mısır’da “Eski Krallık” dönemi yaşanıyordu ve Gizza piramitleri dönemin günümüze kalan eserleri arasında yer almaktadır. Yine o tarihlerden ve öncesinden Sfenks, Basamaklı Piramit ve Büyük Piramit de günümüze kalanlar arasındadır. Eski Krallık dönemini günümüzde arkeolojik açıdan incelemiş durumdayız. 5. ve 6. Hanedanlığın hüküm sürdüğü MÖ 2494 ile MÖ 2181 yılları arasında Userkaf’la başlayıp, Netjerkare Siptah ile biten 16 firavunun hükümranlığındaki yıllara ilişkin çok ayrıntılı kayıtlar mevcut. Öyle ki, tek tek hangi firavunun ne zaman doğduğu ne zaman öldüğü, hangi piramide gömüldüğü, kraliçeleri vb. gibi sayısız bilgi Mısır arkeologlarınca halihazırda tasniflenmiş durumda. Daha da ileri gidelim; Tufanın olduğu söylenen MÖ 2348 yılında Unas adlı firavun yönetimdeymiş ve MÖ 2345 yılında yani Tufandan 3-4 yıl sonra ölmüş ve Saggara’daki adına yapılan piramide gömülmüş [a6]. Bu dönemdeki Mısır kayıtlarında Tufana benzer bir doğal afetten “hiç” söz edilmiyor. Zaten mantıken söz de edilemezdi çünkü antik Mısır Nuh Tufanıyla birlikte sonlanmış olmalıdır. Tufanı izleyen birkaç yüzyılda Hz. Nuh ve/veya torunlarının Mısır’a giderek uygarlığı yeniden canlandırdıklarını hayal etsek bile, bunun günümüze gelen kayıtlara “kronolojik kesinti” olarak yansıması gerekiyordu. Kaldı ki, “yoldan saptığı ve kötü olduğu” için cezalandırılan insanlar arasında olan Mısırlıların geleneklerini, dinlerini ve DİLLERİNİ neden birkaç yüz yıl sonra Mısırlı olmayan Nuh’un torunları kaldığı yerden aynen sürdürmüş olsun?

Başka sorunlar da var. Mısırlılardan günümüze bir sürü papirüs kaldı. Bu papirüslerin mantıken Tufanda bozulup yok olmuş olması gerekiyordu. Düşünsenize, piramitlerin tepesine 9 km kalınlığında su doluyor (Everest 8848 metre). Piramit duvarlarında basınç cm2 başına 13.137 psi ya da 905 bar. Yanlış duymadınız santimetre kareye yaklaşık 1 ton (926 kgf) basınç düşüyor! Ortada ne piramit kalır ne de papirüs! Üstelik Tufanın havalandırdığı toz ve toprağın daha sonra dibe çamur olarak çökmüş olması, bizim de piramitleri günümüzde on metrelerce toprak altında arkeolojik kazıyla bulmuş olmamız gerekiyor ama heyhat, piramitler binlerce yıldır orada gözümüzün önünde duruyor ve içlerinden hiç su görmemiş binlerce sayfa papirüs ve bozulmamış mumyalar çıkardık! Dahası, tufan jeologlarının iddia ettiği sedimantif tabakanın altında olması gereken Gizza ve Büyük piramit gibi piramitler bilinen tüm toprak katmanlarının üzerinde duruyor!

Özetlersek; Tevrat’a göre Tufan MÖ 2348 yılında oldu. Ama biz biliyoruz ki bu tarihin hemen öncesi ve sonrasında Mısır’da hayat kesintisiz devam etmiş! Hadi papaz Usher hesaplarında %30 hata yaptı diyelim (%5-10 değil, tam 1/3 oranında). Bu durumda Tufan ya MÖ 3000 ya da MÖ 1500 civarında oldu. Böyle bir olasılıkta dahi durum yine değişmiyor. Her iki tarihte Mısır’da hayat kesintisiz devam etmiş. Geriye tek ihtimal kaldı: Tevrat baştan sona yanlış. Yanlış çünkü Usher Tufanı tarihlerken Tevrat’ta tek tek adı geçen tüm rabbilerin (Rabbi: Yahudilerde peygamber, haham, nebi ve diğer kutsal kişilere verilen ortak ad) yine Tevrat’taki yaşlarını toplayarak bu sonuca ulaştı.

Sonuç olarak Mısır tarihi ve Mısır’dan günümüze kalan gerek “toprak üstündeki” gerekse altındaki tüm arkeolojik buluntular ilahi metinlerle uyuşmuyor (bunun bir de "Exodus" kısmı var hiç uyuşmayan ama o ayrı bir bahis).

Tufan tarihlemesi:
İlahi metinlere dayalı Tufan tarihlemesi abartılı toleranslar dahilinde dahi bize “Bronz Çağı’nı işaret ediyor. Bir başka deyişle MÖ 2348 olarak hesaplanan Tufan tarihi için +/-1000 yıllık hata payı alsak bile Bronz çağı içinde kalıyoruz (MÖ 3500-MÖ 1200). Öyleyse “aslen” MÖ 1200’lerde başlayan Demir Çağı öncesindeki Bronz Çağının bu tarihten önce bir yerlerde kesilmesi ve Demir Çağına kadar arada arkeolojik bir boşluk bırakmış olması gerekiyor ama böyle bir boşluk, böyle bir kronolojik kesinti arkeoloji tarihinde tespit edilmedi. Arkeolojik buluntular Bronz Çağından Demir Çağına kesintisiz bir geçişi gösteriyor [a7-a8].

Tufan ve Nuh:
Tarih günümüzde ikiye ayrılıyor: Prehistorik tarih ve yazılı tarih. Yazılı tarih yaklaşık olarak MÖ 3500 civarında başlıyor ve o günden günümüze yaşamış olan tüm uygarlıklar (Sümerler, Akadlar, Babiller, Mısırlılar, Asur ve Hititler ve aklınıza ne gelirse) yazılı metinler bıraktılar. Arkeologlar tüm bu yazılı metinleri inceledi ve ortak bir tufan kaydına rastlamadı. Çoğunda bir şekilde bir tufan öyküsü var ama yazılı tarih sahnesine ilk Sümerler çıktığına göre, global bir tufan olduysa bile Sümerlerden önce olmuş olmalı. Lakin Sümerlerin Tufanı bilip Nuh peygamber ve oğullarını bilmemesi ama onlardan en az 2 bin sene sonra ortaya çıkan Yahudilerin Nuh ve oğullarından söz etmesinin mantıklı bir izahı yok. Sümerlerde bir tufan söylencesi olduğuna göre Tufan Sümerlerden önce olmuş. Sümerler Tufandan kurtulan atalarını (Nuh peygamber ve oğullarını) tanımıyor, onlardan hiç söz etmiyor, ardından gelen Mısır, Babil, Akad, Asur vb. gibi uygarlıklar da Nuh ve oğullarını bilmiyor. Her nasılsa Tufandan yaklaşık 2500-3000 yıl sonra Nuh ve oğulları sahneye Yahudilerle birlikte çıkıyor. Tufandan Yahudilere kadar arada medeniyet kuran toplumların Nuh peygamberden haberi yok.

Tufan öyküsünün kaynağı:
Mısır kayıtlarında periyodik Nil taşkınları dışında "global" bir tufan öyküsü yok ama Sümerler ve onlardan doğan Babiller ve Akadlarda var. Sözde Babil sürgününe mahsur kalan Yahudilerde var. Öyküler birbirine yakın ama farklı; karakterler farklı her şeyden önce... Olayların akışında da farklılıklar var ama en bariz fark Tufanın nedeninde. Sümerlerde insan oğulları çok gürültü yapıyor diye baş tanrı Enlil onları cezalandırmaya kalkışırken*, Yahudilerde tanrı Elohim (ilah) yoldan çıkan insanları cezalandırıyor fakat ana tema aynı: Gemi yapılıyor, hayvanlar gemiye alınıyor, falan filan… Sümer versiyonunda yardımcı tanrı Enki diğer tanrılardan gizlice kral Ziusudra’ya tufanı haber veriyor ve kendisine bir tekne yapmasını ve diğer canlıları kurtarmasını söylüyor. Bunlar Sümer kil tabletlerinde tek tek anlatılıyor. Yahudiler kutsal kitaplarında Babil sürgününü etraflıca anlatır. Bu sürgünün gerçekliği tartışmalıdır ama bugünkü İsrail’in bir zamanlar (MÖ 597) Babiller tarafından istila edildiği bir gerçektir. Belli ki bu tufan öyküsü Babillerden Yahudilere geçmiş. Yahudi rabbiler de öyküyü kendi kültürlerine uyarlamışlar.

[*] Aslında bu ifade Sümer tabletlerinde geçmiyor. Sümerlerden Babillere intikal eden Gılgamış destanında tufana gerekçe olarak insanların zamanla sayıca çoğalıp çok gürültü yapmaları gösterilmiş.

Kesintisiz süren uygarlıklar:
Tufanın olduğu tarihte 6 uygarlık mevcut. Bunlar Mezopotamya’da, Indus Vadisinde, Mısır’da, Girit’te, kutsal topraklarda ve Çin’de kurulmuş uygarlıklar. Bir başka deyişle dünyanın dört bir yanı... Tufanın olduğu iddia edilen tarihte dünyada 100 milyon kadar insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Ne var ki, bu uygarlıklardan bize kalan yazılı ve fiziki kanıtlar o tarihlerde bu uygarlıkların var olmaya devam ettiğini gösteriyor. Yalnızca Mısır değil, Çin ve diğer uygarlıkların kayıtları da bize Tufanın olmadığını gösteriyor çünkü kayıtlar MÖ 3350 civarından itibaren bugüne doğru kesintisiz bir kültürel transformasyonu ortaya koyuyor. Örneğin Çin yazılı tarihi MÖ 3000 civarında başlıyor. Shu King adı verilen ve arkeolojik kayıtlarla doğrulanan tarihi bir kitaba [a4] göre Erken Yaou hanedanlığı döneminde (MÖ 2400-2200) Çin bir bolluk dönemi yaşamış ve böyle bir tufan öyküsünden söz edilmiyor. Keza Hint tarihi de MÖ 3100 civarında başlıyor ve o dönemde Mezopotamya ile rekabet edebilecek çapta Mohenjo-daro ve Harrapa gibi büyük şehirleri mevcut. Onların kayıtları da böyle bir “global tufandan” söz etmiyor. Girit’teki Mina uygarlığı da en az antik Mısır kadar eski olmasına rağmen onlardan geriye kalanlar da Tufanı yalanlıyor.

Kesintisiz kültür:
Afrika, Amerika ve Çin dışındaki Uzakdoğu ve Asya kabilelerinin yazılı kayıtları yok ama çeşitli yöntemlerle tarihlenebilen uzak geçmişlerine ait arkeolojik ve paleontolojik bulgular var ve bunlar kesintisiz bir kültür akışını gösteriyor. Yani bu kabilelerin dilleri, dinleri, kültürleri binlerce yıldır aynı. Tufan olduğu söylenen tarih öncesinde ve sonrasında hep aynı!..

Irklar:
Irklar nereden geldi? Tevrat’a göre Hz. Nuh, oğulları ve gelinleri Tufandan tek kurtulanlar olduğuna göre Tufan sonrası ilk atalarımız onlar olmalı. İbrani kaynaklardan Mezopotamya’da (Küfe) yaşadıklarını biliyoruz. İslami kaynakların bazıları da rivayetlere dayanarak Hz. Nuh ve ailesi dahil aynı kavimden 13 (İbnü’l Esir) veya 80 kişiden söz eder. Tufan MÖ 2350 civarında olduğuna göre, tüm bu ırklar nereden geldi? Daha MÖ 2000’lerde dahi tarihi yazıtlar zencilerden ve çekik gözlülerden, Hintlilerden bahsedebildiğine göre [a2] tüm bu ırklar Tufandan sonra sadece 1-2 yüzyılda mı ortaya çıktı? Yani Hz. Nuh’un torununun torunu bir zenciydi, bir diğeri çekik gözlü Asyalıydı öyle mi!

Diller:
Benzer şekilde diller nereden geldi? Eğer Tufan ilahi kayıtlardaki gibi MÖ 2348’de olduysa, aradan 100 yıl bile geçmeden bu kadar dil nasıl ortaya çıktı? Kaldı ki Hz. Nuh Tufandan sonra bir 350 yıl kadar daha yaşadı (Tufan olduğunda 601 yaşındaydı, 950 yaşında öldü)!

Demirin tarihteki yeri:
Her iki ilahi kitabı baz alırsak, Tufandan bir avuç insan kurtuldu. Belli ki bunlar aynı çevrede yaşıyor, aynı dili konuşuyordu (akraba ve aşiret olma hasebiyle). Tufandan sonra da konuşulacak ve yazılacak dil bu olmalıydı. Fakat yine aynı sorunla karşılaşıyoruz. Tufan “yazılı tarih” içinde hangi yıl gerçekleşmiş olursa olsun bunu arkeolojik kayıtlarımızda görmüş olmamız gerekiyordu. Diyelim ki Tufan X yılında oldu. X yılı öncesine ait yazılı arkeolojik kayıtlar çeşitli dillerden olacak ama X yılını izleyen birkaç yüzyılda (hatta 1000 yılda) bulunacak kayıtların ise tek bir dilde yazılmış olması gerekiyordu ama öyle bir durum yok. Arkeolojik açıdan diller yazılı tarih boyunca kesintisiz bir biçimde devam etmiş. Bulgular bunu gösteriyor. Buradan çıkacak sonuç, Tufanın yazılı tarih döneminde yani MÖ 3500 sonrasında gerçekleşmiş olamayacağı. Tufan MÖ 3000 civarında bugün tespit ettiğimiz çeşitli dillerin ve alfabelerin ortaya çıkabilmesi için en az 2-3 bin yıl öncesinde gerçekleşmiş olmalıdır. Fakat durum buysa, burada karşımıza başka bir sorun çıkıyor. MÖ 6000-5000 civarında altın dışındaki metaller henüz işlenmeye başlamamıştı. İnsanlık bakırla MÖ 4200, demirle MÖ 1500-1200 civarı tanıştı [a5]. Öyleyse bir kaynağa göre 137, bir diğerine göre 155 metre (50-60 katlı gökdelen) boyunda bir gemiyi çivi kullanmadan nasıl yaptılar?

Zift (katran):
Tekvin 6/14’de [a10-a11] Tanrı Nuh’a gemiyi ziftle kaplamasını söylüyor. Zift insanlık tarihine demir çağı ile birlikte girdi (a9]. Demir çağını en çok MÖ 1800’lere kadar götürebiliyoruz (İlk demir alet Kalehöyük’te bulundu ve MÖ. 2200-2000 arasına tarihleniyor ama demirin yaygın kullanımı MÖ. 1200 sonrası başlar). Bu durumda Tufan MÖ. 1800 ve daha sonrasında olmuş olmalı. Mesela MÖ, 1500 veya MÖ. 1000 fark etmez, Tufanın olduğu tarihte o günlerde var olan tüm uygarlıkların Tufanla birlikte yeryüzünden silinmiş olması gerekirdi ama bakıyoruz durum hiç de öyle değil. Mısır, Asur, Hitit, Çin… hep devam etmiş!..  

Hububat:
Bazı muhaddisler (İbn Abbas, İbn Cerir; İbn Kesir, b.t.y: I, 262, 263) gemiye erzak olarak hububat alındığını söyler. Bu rivayet(ler) doğruysa, Tufan MÖ 9.500 civarından (+/- 500 yıl) daha öncesi bir yere tarihlenemez çünkü ilk hububat yetiştiriciliğinin “yaygın olarak” bu tarihlerde başladığı, buğdayın gerek arkeolojik gerekse genetik izleri sürülerek saptanmış bir olgudur. Bu tarih ise ileride “BİYOLOJİK BULGULAR” bölümünde göreceğimiz gibi mercan resiflerinin varlığı olgusu ile çelişmektedir.

Monoteizm:
Akhenaten’in yarı monoteistik Aten’ini saymazsak, bilinen ilk tek tanrılı sayılabilecek din ya da ilklerden biri Brahma’nın monizmi ise, diğeri Zoroastrianizm, daha yaygın bilinen adıyla Mazdacılıktır.  yaklaşık 4.000 yıllık geçmişe sahip olduğu düşünülür ama esas olarak MÖ 650 civarına tarihlenir. Bu tarihlerden önce İbrani dinlere benzer monoteistik bir dinin izlerine arkeologlar rastlayamamışlardır. Tufandan sonra yüzlerce hatta binlerce yıl Yahudilik ya da İslam benzeri bir monoteistik dinin hüküm sürmüş ve bunun izlerinin arkeologlarca tespit edilmiş olması beklenir. En azından Hz. Nuh iddiaya göre Tufandan sonra 350 yıl daha yaşamıştır. Tufan eğer Hristiyanların iddia ettiği gibi MÖ 2348’de olduysa, hiç olmazsa Hz. Nuh’un sağlığı boyunca, MÖ 2348-1998 yılları arasında monoteist bir dinin izlerini görebilmemiz gerekir ama yok. Nuh Tufanı bu tarihten önce olduysa, örneğin MÖ 3500, bu kez de Sümer kayıtlarında İbrani dinlerin izlerini bulmamız gerekir ama yoktur. Sümerler bildiğin su katılmamış pagandır. Son 2 şıkkımız ise Tufanın çok çok önce, mesela bazı İslami kaynaklarda savlandığı üzere MÖ 5500 (ya da MÖ 10.000 [a12]) yılında gerçekleştiğini düşünsek, MÖ 5500-5000 arasında vuku bulmuş monoteistik bir dinin izini sürmek çok çok güç olurdu. Lakin, bu durumda da ortaya kronolojik bir çelişkinin çıkmasına engel olamazdık çünkü metal kullanımı Bronz çağı ile başlar (MÖ 3000-1200) ve demir çağı ile devam eder (MÖ 1200-). MÖ 5500 civarında metal özellikle demir kullanılmadığına göre, geminin yapımında çivi kullanıldığını söyleyen Kamer 13 ile çelişmektedir. Bu durumda geriye kalan son şık Tufanın MÖ 1200’den sonra gerçekleşmiş olması ki, bu zaten o dönemdeki uygarlıkların kesintisiz tarihine bakarak kolayca yanlışlanabilecek bir şıktır. Evet Tufan sonrası ortaya çıkmış olması gereken Yahudi/İslam dini benzeri bir dinin izlerini neden arkeolojik ve tarihsel kayıtlarımızda göremiyoruz?     

Bölüm Özeti
Yukarıdaki Resim_1'de görüldüğü üzere, Tufan diye bir şey olmuş olsaydı arkeolojinin ve diğer tarihi kayıtların bize insanlık birikimini 2 ayrı piramit halinde vermesi gerekirdi. İlk piramit Hz. Adem’den bu yana insanlığın giderek büyüyen uygarlığını gösterirken, Tufanın ilk piramidi “reset”lemesi ve uygarlığı yeniden başlatarak ikinci bir piramit görmemizi gerektirirdi. Oysa tüm bulgular bize sadece tek bir piramit veriyor. Örnek vermek gerekirse, arkeologların aynı tarihte terk edilmiş yüzlerce yerleşim alanı bulması gerekirken, bulunanlar hep farklı tarihlerde terk edilmiş yerleşimler. Yani Tufanın zorunlu kıldığı 2 piramit yok, tek bir uygarlık piramidi var ve o da insanlık uygarlığının Tufan veya benzeri bir nedenle kesintiye uğramadığını kanıtlıyor.

Arkeolojik kanıtlar o kadar açık ve o kadar net ki, Nuh Tufanı diye bir şey olduysa bunun MÖ 2348’de olmuş olması imkansız. O halde papaz Usher ve aynı hesaplara girişen çağdaşlarıyla takipçileri yanılıyor mu? Ancak Usher ve diğerleri yanılıyor olamaz çünkü çalışmaları kitap olarak basılmış, isteyen herkesin denetimine açık. Usher adım adım çalışmasını kaleme almış, hangi tarih nereden geliyor belli [a3]. Usher değil ama Tevrat mı yanılıyor? Tevrat’ın içinde yüzlerce peygamberin hayatı anlatılıyor, soy ağaçları veriliyor, kaç yaşında öldükleri dahi belirtilmiş. Usher’in hesabı yanlışsa Tevrat’ta geçen bu bilgilerin tamamı yanlış. Bir kısmı yanlış olsa tarihleme MÖ 2348 değil de ne bileyim MÖ 1500 ya da MÖ 3000 olurdu ama bu tarihler de Tufanın gerçekleşemeyeceği tarihler çünkü yazılı tarih sınırları içindeler. O tarih aralığında dünyada neler olduğunu iyi-kötü biliyoruz ve yine biliyoruz ki, yazılı tarih içinde dünya genelinde Tufan diye bir şey olmadı. Bu da bizi Tevrat’taki bilgilerin neredeyse tümünün yanlış olması gerektiği sonucuna götürüyor.

Tüm bu tarihsel açmazlar, çelişkiler ve olmazlar Tevrat’ın tarihlemesinin ve Tufan tasvirinin baştan sonra yanlış olduğunu gösteriyor. Soru şu: Tanrı’nın sözü olduğu söylenen bir kitap baştan sona yanlış olabilir mi?


BÖLÜM KAYNAKLARI [a]:
[a13] Eski Mısır – s,54, Ali Narçın


BİLİMSEL BULGULAR

      A.     Fiziki Bulgular

Atmosferdeki su miktarı:
Atmosferdeki su miktarı toplam 12.900 km3’tür [b1]. Tüm bulutları ve havada çözülmüş halde duran nem miktarını topladığınızda ortaya bu rakam çıkar. Göze çok görünse de aslında yeryüzündeki toplam su miktarının yalnızca yüz binde biridir (0,001%) Yeryüzündeki su miktarı toplam 1.385.984.510 km3’tür [b1]. Atmosferdeki suyun tamamı yağmur olup yeryüzüne düşse, yeryüzü en fazla 2,5 cm su ile kaplanır. Yeryüzü yüzölçümü: 510.064.472 km2 = 12.900 km3 / 2,5/100.000. Tabii bu su karalardan denize akacağı için deniz seviyesi ne kadar yükselirdi ona da bakalım: Denizlerin toplam yüzölçümü: 361.060.000 km2 [b2] = 12.900 / x / 100.000 ise x = 12.900/361.060.000 = 0,000036 yani 3,6 cm!

Özetle; atmosferdeki mevcut tüm bulutlar ve henüz bulut haline gelmemiş nem, bulup olup bir anda yeryüzüne yağsa, tüm topraklar 2,5 cm su ile kaplanırdı. Bu su doğal olarak denizlere akacağından tüm denizlerin seviyesi de 3,6 cm yükselirdi!

Atmosferde tüm yeryüzünü kaplayacak kadar su olmadığını gördük. Ya olsaydı? Bir an için bunun olabileceğini ve atmosferin bu kadar suyu içinde tuttuğunu hayal edelim. Bu mümkün müdür? Elbette kocaman bir hayır! Atmosferdeki nem oranı ortalama %2-3 civarındadır [b11]. Bu oran kutuplarda sıfıra yakın, tropik bölgelerde %4 kadardır. %4 atmosferdeki nem oranının üst sınırıdır (%4 = %100 bağıl nem). Atmosfer içinde bundan daha çok su barındıramaz. Nedeni sıcaklıkla ilgilidir. Tropik kuşaktaki atmosfer sıcaklığında nem oranı %4’ü (bağıl nem %100) aşınca nem yoğunlaşmaya başlar ve yeryüzüne düşer. Nemin (su buharı) yoğunlaşıp suya dönüşmemesi için çok daha yüksek atmosfer sıcaklıklarına ihtiyaç vardır ama bu durumda da yeryüzünde sıcaklık cehennemi aratmayacağı için hayat olmazdı. Neyse, bunu görmezden gelelim ve hayal etmeye devam edelim... İlahi kaynaklar bize bu suyun en çok (40 gün 40 gece yağan) yağmurdan geldiğini söylüyor. Bunun olabilmesi için bugün tüm dünyada 1 günde yağan yağmurun [b17] 80.000 veya 100.000 katının 40 gün boyunca her gün yağması gerekir. Böyle bir durumda ise atmosferde nefes almaya kalkan her canlı atmosferdeki sudan boğulurdu çünkü atmosferde oksijenden çok su olurdu! Dahası bu kadar suyun ağırlığı ile atmosfer basıncı 1 at’den yaklaşık 68 at değerine çıkardı ve hacim aynı kaldığı halde basınç 68 kat arttığı için atmosfer ve yeryüzünde sıcaklık da 68 kat artardı (ortalama 20 derece olan bir yer 1360 dereceye (P = n.R/V.T) çıkardı [b3]! Asıl ironik olanı ise 100 DERECEYİ AŞAN SICAKLIKTA YAĞMUR YAĞMASININ İMKANSIZ OLUŞU!..

Belli ki, geçmişin rabbileri fizik bilmiyormuş!

Yeraltındaki su miktarı:
Yeraltındaki su miktarı yeryüzündeki toplam su miktarının yalnızca %1,7’sidir [b1]. Yeryüzündeki su miktarı 1.385.984.510 km3 olduğuna göre Bunun %1,7’si yaklaşık 23.400.000 km3 yapar. Yeraltındaki tüm suların aniden yeryüzüne fışkırması halinde tüm yeryüzü 523.400.000/510.064.472x1000 = 45,9 metre suyla kaplanacaktı. Bu sular karalarda durmayıp denizlere akacağı için (deniz seviyesi = 0) denizler de 23.400.000/361.060.000x1000 = 64,8 metre yükselecekti (aslında biraz daha az yükselir çünkü karalarda deniz seviyesinin altında kalan çukur bölgeler vardır).

Bir başka deyişle, eski ahitte tasvir edildiği şekliyle topraktan sular fışkırsa, gökyüzünde bulutlar yağmur olup yağsa yani dünya havada ve topraktaki tüm suyunu yeryüzüne boşaltsa denizlerin seviyesi sadece ve sadece 64,8 + 0,036 = 64,85 metre yükselecekti. 65 metre bile değil!

Kutuplardaki su miktarı:
Kuzey kutbundaki buz miktarı kışın 28.000 km3 civarıdır [b4]. Güney kutbundaki buz miktarı 26.500.000 km3’tür. Grönland’daki buz miktarı ise 2.850.000 km3’tür [b5]. Bunların toplamı yaklaşık 29.400.000 km3 yapar (kalınlığın en yüksek olduğu zamandaki ölçümlere göre) ve tamamının erimesi halinde deniz seviyesi yaklaşık 81,4 metre yükselmektedir (yukarıdaki hesapların aynısını uygulayın). Yukarıdaki rakamlar, kutupların en kalın olduğu bahar aylarındaki pik rakamlardır. Eylül ortasında bu rakamlar özellikle arktik bölgede %50 kadar düşmektedir. Bu nedenle genellikle tepe ve taban değerlerinin ortalaması alınır. Bu da yaklaşık 24 milyon km3’tür [b1]. Hesaplar bu rakama göre yapıldığında ise deniz seviyesi 66,5 metre yükselmektedir.
Sonuç: Atmosfer suları (0,036 m) + yeraltı suları (65 m) + kutup suları (66 m) toplamı deniz seviyesini 131,4 metre yükseltmektedir. Buna göre; kutuplardaki tüm buzlar erise, tüm yeraltı suları yeryüzüne çıksa ve atmosferdeki tüm bulutlar ve nem yağmur olsa bile sadece rakımı 131 metrenin altında olan kara parçaları sular altında kalır. Size bir fikir versin diye rakımı 131 metrenin altında olan bazı illeri sayayım: Adana/Antalya: 35, Aydın: 65, İstanbul: 37, Kocaeli: 67. Kısacası deniz kenarındaki iller su altında kalmakta, diğerleri etkilenmemektedir. Buna göre Örneğin Kocaeli sular altında kalır ama Düzce sular altında kalmaz. Rockfeller Üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya göre dünya nüfusunun yaklaşık %33,5 kadarı 100 metre ve altındaki rakımlarda yaşamaktadır [b6]. Bugün böyle bir durum gerçekleşse, tehdit altındaki dünya nüfusu kabaca tüm dünya nüfusunun azami %30’u kadardır.

Not: Ayrıca tüm bunların eşanlı olması, daha açık bir deyişle aynı anda hem buzulların hızla erimesi hem de daha sıcak bölgelere yağmur yağması teknik olarak mümkün değildir. Kutuplardaki buzların bir anda erimesi için kutuplarda sıcaklığın en az 50-60 derece civarında olması beklenir. Bu durumda Ekvator kuşağında sıcaklık 100 dereceyi bulurdu. Bu sıcaklıkta yağmur yağması imkansızdır. Yağmur damlası yere düşemeden buhar olup geri giderdi!

Aynı hesapları bir de şu şekilde yaparak yukarıdaki hesapların sağlamasını gerçekleştirelim:
Dünyadaki deniz suyu miktarı: 1.338.000.000 km3 (%96,54)
Diğer sular toplamı (buzullar dahil): 47.984.510 km3 (%3,46)dn

dn(Bunun içine bataklık, nehirler, permafrost, toprak nemi ve göller dahildir. Sadece buzullar + atmosfer + yeraltı suları %3,37 kadarıdır)

Bu durumda 47.984.510 km3 suyun dünya denizlerinin (361.060.000 km2) seviyesini en çok 133 metre yükselteceği görülmektedir (47.984.510/361.060.000x1000 = 132,9. Bu hesaplar deniz seviyesini yükseltme üzerine yapılmıştır. Bu kadar suyun sadece denizleri değil, tüm dünyayı kapladığını varsaysak, karalar + denizde su miktarı: 133x3/4 = 94,08 metre yapar ki yükseklik farkı nedeniyle karadaki sular zaten denizlere akacağından, bu türden bir hesap mantıksızdır. 
Dünyadaki toplam suyun %96,6’sı deniz suyudur. Dünyadaki toplam tatlı su miktarı %3 kadardır ve bunun da yaklaşık %70’i Antartika’dadır. Bu, şu demektir: Tüm tatlı sular yağmur olup yağsa, tüm tatlı sular kaynak olup topraktan fışkırsa, dünyadaki denizler hepi topu %3 büyürdü!
Tufan tüm dünyada oldu. İddia bu... Tevrat ve İncil’e göre 371 gün, İslamiyete göre 190 gün (150+30+10) sürdü ve sular tüm dünyayı kapladı [a10&a11]. Suların tüm dünyası kaplaması halinde en yüksek zirve Everest’in bile sular altında kalacağı aşikardır. Zaten 1 yıl boyunca oradan oraya sürüklenen geminin hiçbir karaya rastlamaması bunun en açık delillerindendir. Everest’in yüksekliği 8.848 metredir. Bu durumda su kütlesinin 8.9 veya yuvarlak hesap 9 km olması beklendiğinden Nuh Tufanı boyunca yeryüzüne 4 milyar 591 milyon (4.590.580.248) km3 tatlı (veya tuzlu) su gelmiş olmalıdır. (yer yüzünün ölçümü[esa]: 510.064.472 km2 ise karekök[esa] x karekök[esa] x 9 = 4.590.580.248 km3) Bu rakam tüm dünya denizlerinin 3,43, tüm dünyadaki suyun da 3,31 katıdır! Kolaylık olsun diye bu hesap küp üzerine yapılmıştır. İstenirse küre üzerinden de yapılabilir ve yaklaşık olarak buna yakın bir değer çıkar (Bkz. [**]). Bu arada “BİYOLOJİK BULGULAR” bölümünde değinileceği için bir dip not olarak belirtmek isterim ki deniz suyunun tuzluluğu %3,5 kadardır. Tufanda bu oran %1 civarına düşer ve bunun ölümcül etkileri vardır!

Bu kadar suyu donmuş bir asteroidin getirdiğini varsaysak ve bu asteroidin %50 buz, %50 kayadan müteşekkil olduğunu kabul etsek (aşırı optimistik bir ön kabul, bir asteroidde bu kadar su bulunması pek mümkün değildir), Ayın yaklaşık 2 - 2,5’da biri kadar bir kütlenin dünyaya çarpmış olması gerekir. Hesap da şu: Ayın hacmi / Tufan suyunun hacmi x %50 ise X = (21,9 x 10^9 / 4,591 x 10^9) / 2 = 2,39 [b10]. Güneş Sisteminde böyle bir buz asteroidi yoktur çünkü bu civarda bir kütle cüce gezegen büyüklüğüne denk gelmektedir. Mesela Eris [b8] adlı cüce gezegen yaklaşık bu hacimdedir ve Pluto’dan sonra sistemdeki 2. en büyük cüce gezegendir. Eris dışında bu hacme yaklaşan bir gök cismi Güneş Sisteminde yoktur [b7]. Eris’in jeolojik özelliklerini araştırmadım. Fakat onunla hemen hemen aynı büyüklükte olan (çok az daha büyük) Pluto’nun durumunu biliyoruz. Pluto’nun yarıçapı 1.186 km’dir. Bunun 850 km kadarı çekirdeğine aittir [b9]. Kalan 336 km’nin çekirdekten itibaren 100 ile 180 km kadarı su ve amonyaktan ibaret bir sıvıdan oluştuğu düşünülmektedir. O zaman bu sıvı kütleyi hemen hesaplayalım: (100+180/2= 140 km kabulüyle) Hacim = (V=4/3xπxr^3) 0,75x3,14x850)^3 = 4.064.378.947 km3 - 2.572.440.785 km3 = 1.491.938.162 km3 yapar. Yani kabaca 1,5 milyar km3 sıvı var Pluto’da ancak bunun ne kadarı su ne kadarı amonyak bilmiyoruz. Hadi coşalım ve diyelim ki 2/3’ü su olsa, Pluto büyüklüğünde bir cüce gezegende dahi ancak 1 milyar km3 su var. Oysa bizim yaklaşık 4,5 milyar km3 suya ihtiyacımız var Nuh Tufanı için. Kaldı ki Pluto büyüklüğünde bir gök cismi dünyaya çarpsa, dünyada zaten hayat diye bir şey kalmaz. Üstelik bu büyüklükte bir gezegen dünyayı yörüngesinden çıkarma veya ikiye bölme potansiyeline sahiptir (hızına ve çarpma açısına bağlı olarak).

Demek ki bu miktarda su donmuş bir asteroidden gelemez çünkü;

i.         Bu su miktarı hacim olarak en büyük asteroidlerden bile kat kat büyüktür.
ii.       Bu su miktarını bir cüce gezegen bile taşıyamaz çünkü konu miktar en büyük cüce gezegen Pluto’nun hacmine yakındır ancak Pluto’da bile gereken su miktarının 1/4’ünden dahi daha az su vardır.
iii.     Demek ki bizi cüce gezegen bile kurtarmıyor. Cüce gezegenin 4-5 katı büyüklüğünde bir gök cismi lazım, o da Ayımız ve Jüpiter’in uydusu IO dışında Güneş Sisteminde yok!
iv.     Böyle bir gezegen olsa bile su getirmesi (su transferi) için dünyaya çarpması gerekir ama bu büyüklükte bir gezegenin dünyaya çarpması zaten dünyanın ebediyen sonu olurdu.

Öyleyse donmuş asteroidin dünyaya su getirmesi hipotezi de çökmüştür. Zaten bu kadar suyun asteroidlerle dünyaya taşındığını kabul etsek bile, daha sonra bu su nereye gitti? Geldikleri asteroidlere binip geri mi döndüler?

Bu bağlamda bir başka yaratılışçı senaryoya da kısaca değinelim. Bu senaryoya göre gerekli suyu dünyaya bir kuyruklu yıldız getirdi. Öyle mi acaba, bir bakalım: Kuyruklu yıldızlar tipik olarak 1-10 km çapında buz ve donmuş gazlarla sarılı kaya bir çekirdeğe sahip asteroidlerdir. Bu çekirdek birkaç yüz bin km çapında hidrojen ve donmuş gazlarla çevrili bir “coma” içinde yer alır. Bilinen en büyük kuyruklu yıldız Hale Bopp adıyla anılır ve çekirdeğinin çapı 60 mil (96 km) kadardır [b13]. Bu çekirdeğin tamamı donmuş buz olsa dahi - ki değil, çoğu kayadır [b14] – yeryüzüne taşıyabileceği su miktarı 4/3 x pi() x 48^3 = 463.247 km3’tür. Hatırlayalım, dışarıdan gelen su miktarı 4,597E+09 km3 kadardı. Dünyaya bilinen en büyük kuyruklu yıldız çarpsa, bunun çekirdeğinin tamamı donmuş H2O olsa, dünyaya ancak Tufanın ihtiyaç duyduğu suyun 9.924’de 1’ini getirebilirdi (4,6E+09 / 4,63E+05 = 9.924). Bir başka deyişle, bugüne kadar tespit edilmiş en büyük kuyruklu yıldızdan tamamı buz olduğu varsayımı ile 10 bin kadar kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması gerekiyor. Aşırı abartıyı bırakıp makul kuyruklu yıldız boyutlarını (4-5 km çekirdek [b14]) baz alırsanız, 17 milyon kadar kuyruklu yıldızın dünyaya çarpması gerekiyor! 17 milyon kuyruklu yıldızın nereden bulunacağı sorusu bir yana, 17 milyon kuyruklu yıldızdan birinin bile Nuh’un gemisine isabet etmemiş oluşunu neyle izah edeceğiz? İzah etsek bile bu su şimdi nerede?

Bu çerçevede son olarak ele alacağımız iddia ise Tufan için gerekli suyun mantoda bulunduğu iddiası. Manto alt ve üst manto olarak ikiye ayrılır. Üst manto kabuğun hemen altındadır ve sıcaklığı 500 ile 900 derece arasında değişir. Yani burada suyun sıvı halde bulunması imkansızdır. Üst mantoda yoğunluk 3,4 – 4,4 gr/cm3 kadardır ve mantonun ortalama kalınlığı 720 km’dir. Alt mantoda ise sıcaklık 1000-4000 derece arasındadır. Yoğunluk 4,4 - 5,6 gr/cm3, ortalama kalınlıksa 2171 km’dir [b15]. Yerkabuğu ise (tektonik levhalar) 100-200 km derinlikten itibaren başlayan eriyik kayaçlar halinde, konveksiyon akımlarıyla devinen mantonun üzerinde yüzmektedirler. Anlaşılacağı üzere üst ve alt manto mayi haldedir yani bir nevi sıvıdır (bkz. Lavlar). Bu ortamda suyun sıvı olarak kalması, hatta yeryüzüne fışkıracak şekilde bir rezervuar katmanında durması imkansızdır. Çünkü suyun özgül ağırlığı 1 civarıyken, yerkabuğunun özgül ağırlığı 2,2 – 2,9 gr/cm3 arasında değişmektedir. Hal böyle olunca daha ağır yer kabuğunun dibe çökmesi, daha hafif olan bu suyun da kabuğun üstüne çıkması gerekir. Bu nedenle suyun bu ortamda hem sıvı hem de rezervuar halinde kalması olanaksızdır. Pek pek suyun buhar halinde üst mantonun eriyik haldeki lavlarına karışmış halde bulunduğu söylenebilir. Ama bunun için önce bu miktarda suyun mantoda olduğunu ispatlamak gerekir, sonra da bu suyun mucize olmaksızın hangi mekanizma ile lavlardan ayrışıp buhar değil, su olarak yeryüzüne fışkırdığını göstermesi gerekir. Alt mantoda ise su bulunması olanaksızdır çünkü alt mantoda sıcaklık 3000-4000 derecelere çıkmaktadır. Su ise 2200 derecede dekompoze olmaktadır yani O ve H arasındaki H bağları koparak atomlarına ayrışmaktadır. Kaldı ki, bunu doğru kabul etsek bile bu su daha sonra mantoya nasıl geri döndü?   

Peki bu kadar su dünyaya nereden geldi? Bilim bize bu türden bir su kaynağının ne dünyada ne de Güneş Sisteminde olmadığını söylüyor. Olsa bile, bir şekilde dünyaya zarar vermeden atmosferde yağmur olup yağsa bile, daha sonra nereye gitti?

 Kütle problemi
Dünyaya kaynağı bilinmeyen 4.597.068.189 [**] yani kabaca 4,6 milyar km3 su geliyor. Suyun özgül ağırlığı 1 gr/cm3 olduğuna göre 1 m3 su 1000 kg yani 1 ton yapar. 4,6 milyar km3 hacimdeki suyun kütlesi 4,6 x 10^18 ton yapar. Yerkürenin kütlesi 5,972 x 10^21 tondur. Oranlarsak, Tufan suyunun kütlesi yerkürenin kütlesinin 1300’de biridir. Dünyanın kütlesi aniden bu kadar arttığında yerkürenin güneş çevresindeki yörünge hızının ve güneşe olan mesafesinin, ayın yörünge hızının ve bize olan mesafesinin, ilaveten dünyanın kendi çevresindeki dönüş hızının ölçülebilir miktarda değişmiş olması gerekir. Haydi diyelim ki bu küçük etkiler suyun yok almasıyla birlikte normale döndü. Ancak bu kadar kütlenin yerin yüzeyine yaptığı basınç nedeniyle yüzeyin taşlaşmış ya da katılaşmış olması gerekiyordu.  Düşünsenize bahçenizdeki toprağın her santimetre karesine neredeyse 1 ton basınç düşüyordu. Bahçeniz 100 m2 olsa tüm bahçeniz yaklaşık 1 milyon ton basınç altında kalacaktı. Üstelik 1 yıl boyunca! Size bir fikir versin; asfaltlarımızı sıkıştırdığımız silindirler ortalama 30 kg/cm2 statik doğrusal yük (yere yaptığı basınç) ile çalışıyor [b12] Durum bu olunca yeryüzünde 5 karış yumuşak toprak bulmak mümkün olmazdı!..

Nuh’un Gemisine ilişkin yapısal açmazlar:
Nuh’un Gemisi “DİNİ BULGULAR” bölümünde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Burada değinilmesinin nedeni geminin fiziki boyutlarını günümüz tekneleriyle kıyaslamak içindir. Kuran’da geminin boyutlarına ilişkin bir veri yok. Eski Ahit ise Tekvin 6-9’da geminin boyutlarını şöyle veriyor: Uzunluk: 300 arşın, genişlik: 50 arşın, yükseklik: 30 arşın (137 x 22,9 x 13,7 metre). Aynı ayetlerde Tanrı gemiyi “gofer” ağacından kutu biçiminde yaparak içini-dışını ziftle kaplamasını istiyor. Nuh gemiyi yaparken çivi, metal perçin vb. kullandı mı bilmiyoruz Tekvin (Yaradılış) 6-9 bununla ilgili bir şey söylemiyor. Kullanmadığını varsaymak (İslama göre çivi kullanmış) en doğrusu çünkü metal yapı aparatlarının geçmişi oldukça yeni.

Şimdi; o çağlarda sadece 4 erkeğin 1 haftada 137 metre boyunda bir gemi yapabilmesini bir kenara bırakalım (Tekvin 7/4) ve boyutlara odaklanalım. Geminin uzunluğu 137 metre, genişliği ~23 metre, yüksekliği ~14 metre. Yani ortalama 5 katlı bir apartman yüksekliğinde ve 2021’de suya inecek olan taktik uçak gemimiz TCG Anadolu (L-408)’in 32 metrelik genişliğinin 2/3’ü kadar. 
Öze gelirsek; Nuh’un Gemisini dünyada bugüne kadar yapılmış en büyük ahşap gemiyle karşılaştıralım: Wyoming (Resim_3). Bu gemi 6 direkli bir golet (çok direkli yelkenli) olarak 1909’da suya indirilmiş. Geminin güvertesi 110 metre, genişliği 15,3 metre, su taşmanı 9100 ton. Ahşap, rijit bir yapı malzemesi olmadığı için gemi dalgalı denizde sürekli su alıyormuş çünkü gemi pruvadan gelen dalgalarda sürekli orta kısımdan bel veriyormuş ve orta gövdedeki tahtalar açılıp içeriye su alıyormuş. Bu nedenle gemide sürekli su tahliye pompaları çalışıyormuş ve gemi ancak böyle yüzer durumda kalabiliyormuş. Nitekim yine dalgalı bir havada 1924 yılında batmış, 14 mürettebatı ölmüş. Gemi sarı çamdan 15 santimlik yüzlerce kiriş ve metal köşebentler kullanılarak imal edilmiş. Günümüz sayılabilecek teknolojiyle ve yüzlerce işçinin emeğiyle yapılmış en büyük metal destekli ahşap gemiyi bile biraz dalgalı havalarda yüzdüremiyorken, ondan yaklaşık 2 kat daha büyük hacme sahip, 4 kişinin 1 haftada yaptığı antika Nuh’un Gemisi akl-ı havsalamızın almayacağı dev dalgalarla, deprem ve volkanlarla en az 6 – 7 ay ya da 1 yıl boğuştuktan sonra içindekileri burnu kanamadan korumasının mantıki, teknik ve bilimsel bir izahı yoktur. 

Resim_3
Suların çekilmesi:
9 km derinlikle tüm yeryüzünü kaplayan su nereye gitti bilmiyoruz ama çekilmeye başladığında iki olasılık söz konusu:

a)   Yerden fışkıran ve gökten yağan su tatlı ise o günkü deniz suyuyla karışınca %1 civarında tuzluluk oranına gelmiş olmalıydı. O günkü denizlerin de bugünkü denizlerle aynı tuzluluk oranına sahip olduğunu varsayıyoruz aksi halde bugünkü deniz canlılarının bazıları o günkü denizlerde yaşayamazdı. Bu durumu “BİYOLOJİK BULGULAR” bölümünde biraz daha etraflıca inceleyeceğiz.
b)  Yok eğer tuzluysa, bu durumda yerden fışkıran suyu tuzlu varsaymak mümkündür ama gökten 40 gün boyunca yağan yağmurun nasıl tuzlu olduğunu izah etmek mümkün değildir. Haydi bir kıyak yapalım ve izahı mümkün olsun. Tuzluluk oranı da bugünkü denizlerin %3,4 tuzluluk oranı ile aynı olmak zorunda (bundan daha tuzlu olursa bugünkü denizlerin bugün olduğundan çok daha tuzlu olmaları gerekirdi). Böyle bir olasılıkta ise Tufan suyunun tuzluluğu kabaca %3,4 olacaktır. Her iki olasılıkta da biyolojik nedenlerle o günkü denizlerin de tuzluluk oranının bugünkülerle aynı olduğunu varsaymak zorundayız.

Şimdi suların çekilmeye başladığı ana geri dönelim ve her iki olasık dahilinde neler olacak kabaca bir bakalım:
a) Tuzluluk oranı %1 olan Tufan suyu çekilip bugünkü denizlere dönüşürken geride bırakacağı göllerin de tuzluluk oranı %1 olacaktı. Mesela Tufan Suları Anadolu’dan çekilirken geride bırakacağı Tuz gölü de, Van gölü de Sapanca gölü de %1 tuzluluk oranına sahip olacaktı. Soru şu: Bugünkü tatlı göllerdeki bu tuz nereye gitti? İkinci soru da şu: Sular tamamen çekildiğinde denizlerin tuzluluk oranı artık %3,4 değil, %1 olacaktı. O halde denizler Tufandan bu yana nasıl bu kadar kısa sürede %3,4 tuzluluğa eriştiler? Bu kadar kısa sürede denizler bu kadar tuz kazanabiliyorsa, denizin tuzluluk oranına aşırı hassas deniz canlıları nereden geldi?
b) Yok Tufan suları çekilirken tuzluluk oranı %3,4 ise, “a” şıkkındaki soruları çok daha sert bir biçimde sormamız gerekmez mi? Tufan suyu tuzluluğu %3,4 ise bugünkü tatlı göller ve içinde yaşayan canlılar nereden geldi? Öyle ya, sonuçta tüm göller Tufan sularının kalıntısı olmak zorunda çünkü binlerce yıldır orada olduklarını biliyoruz!

Bunlar Tufan taraftarlarının cevaplayamayacağı sorular. Ama bu sorulardan çok önce onca Tufan suyu nereye gitti, onu açıklamaları gerekiyor. Yerden fışkıran su yere nasıl geri kaçtı? Yerden suyu fışkırtan basınç nereye gitti? Gökten yağan sular göklere nasıl geri döndü? Bunların cevapları İlahi metinlerde yok. En azından “mucize” denilebilirdi ama o bile denmemiş. Konuyla doğrudan ilgili değil ama [b16] sayılı bağlantıda Prof. T. H. Heaton’un genç-dünya yaratılışçılarının deniz suyunun tuzluluğunu dünyanın yaşını ölçmek için kullanmaya kalkışmalarını eleştiren makalesini bulacaksınız. Meraklıları okuyabilir. Ayrıca bu durum yaratılışçıların Tufanla bağlantılı olarak kendi ayağına kurşun sıkmasından başka bir şey değil. Konuyu sulandırmamak adına detaya girmiyorum.

[**]
Dünyanın çapı (R1): 12.742 km (Bkz. Google)
Dünyanın Nuh Tufanından sonraki çapı (R2): 12,742+ 9+9 = 12,760 km.
Hacim formülü:
V = 4/3pi()*r ^3
Dünyanın hacmi: V = 4/3 x 3,14 x 6371^3 = 1,08321 x 10^12 km3
Tufanda hacim: V = 4/3 x 3,14 x (6371+9)^3 = 1,0878 x 10^12 km3
R2–R1 Farkı: 4.597.068.189 km3


BÖLÜM KAYNAKLARI [b]:
[b2] "Oceans and Seas." Academic American Encyclopedia.
Vol. 14. Danbury, CT: Grolier, 1996: 325-332


B. Jeolojİk Bulgular

Nuh Tufanı söylencesini boşa çıkaran en önemli gelişmeler aslında jeoloji alanında oldu. Jeoloji ve alt dallarından bilhassa stratigrafi, jeomorfoloji, sedimantoloji, morfometri ve reoloji disiplinlerindeki gelişmeler neticesinde ortaya çıkan bulgular o kadar sarsıcı oldu ki, 19. yy’da başlayıp 1950’lerin sonlarında yeniden alevlenen evan (“evangelist”) Hristiyanlar arasında “Tufan jeolojisi” adı verilen sözde-bilimsel bir alanın tepki olarak doğmasına yol açtı. Bu alan güya genç dünya hipotezini desteklemek amacıyla, bulunan tüm fosillerin, topraktaki katmanların hep Nuh Tufanının eseri olduğunu iddia etmekteydi. Bunlar daha da ileri giderek günümüzde sayıları 25-30 civarına ulaşan tarihleme tekniklerini de reddettiler. Onlara göre bilimin kullandığı tüm tarihleme teknikleri yanlıştı, yalandı! Günümüzde çok takipçisi kalmadı ama interneti tararsanız 60 ve 70’li yıllardan kalma birçok Tufan jeolojisi senaryosunun ortalıkta hala dolaştığını görürsünüz. Konunun hakimi olmadığım ve jeolojiyi bilmediğim için uzun uzun anlatmayacağım ama Tufan öyküsünü boşa çıkaran bazı jeolojik bulguları (çok olduğu için 10 ile sınırladım) kısaca da olsa paylaşmak istiyorum. Aşağıdaki 10 başlık altında ele alınanlar genelde Nuh Tufanını, özelde ise sözde Tufan-jeologlarının*** tüm fosiller ve yeryüzü katmanları Tufanda oldu iddialarını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde boşa çıkarmaktadır:

[***] Aynı Tufan-jeologlarının paralelleri maalesef biyoloji alanında da mevcuttur. Bunların bilim dışı tezlerini bilim dünyasında fazla ciddiye alan yoktur ancak üzücü bir şekilde sıradan insanlar, bunlarla gerçek bilim adamlarını ayırt edebilecek donanıma ve yetkinliğe sahip olmadığından, bunları saygın birer bilim adamı sanabilmektedir.

Yüzey tortuları:
Jeolojik kolon diye bir kavram var jeolojide [c1]. Tarihsel dönemlerin toprak altındaki ardışık karşılığına verilen admış bu. Jurasik dönemin karşılığını toprakta bir tabaka (katman) olarak buluyorsunuz örneğin... Ya da Kambriyen dönemini tabaka halinde buluyorsunuz toprakta. Toprağa içi boş bir boru daldırın. Boru yeterince uzun olsun. Sonra boruyu içindeki toprakla birlikte çıkarın. En alttan en üste bu toprak kolonunun içindeki katmanların her biri bir jeolojik döneme denk geliyor. İşte bu toprağa jeolojik kolon deniyor. Jeolojik kolonun içinde bir dizi “yüzey tortu tabakası” da var. Yani hiç suyla temas etmemiş ve rüzgar ve erozyonla birikmiş sedimantif katlar... Tüm katmanlar Tufanda olduysa bunlar nedir?..

Kömür katmanları:
Eğer evan jeologların iddia ettiği gibi katmanlar Tufandan sonra oluştuysa ve dünya bilimin bulguladığının aksine yaşlı değilse, bu kömür katmanları nereden geldi? Üstelik çok daha ilginç bir durum var. Çoğu bölgede tek bir kömür katmanı yok, araya başka katmanlar girmiş halde üst üste kömür katmanları var. Evanlar tüm katmanların Tufanda oluştuğunu iddia ediyor ama bu durumu izah edemiyorlar çünkü Tufan dahilinde bir izahı yok!

Ağaç kökleri:
Aralıklı olarak farklı katmanlarda “in situ” (bulunduğu yerde var olan) bitki kökleri bulunuyor sürekli. Örneğin bir katmanda ağaç kökü bulunuyor. Onun 4-5 katman altında bir başka ağaç kökü bulunuyor ve daha altlarda yine böyle kökler bulunuyor. Bu durumu Tufanla ve genç dünya ile açıklamak olanaksız.

Rüzgarla oluşmuş “eolian” katmanlar:
“Eolian” katmanlar büyük ölçüde rüzgarla ve zaman zaman da yağmurla şekillenen yüzey alanları ve şekilleridir. Bu türden formasyonlar çok uzun zaman dilimlerinde oluşmaktadır ve Tufan ile oluşamayacağı çok açıktır. Örneğin Peri Bacaları 60 milyon yıl öncesinden beri püsküren Erciyes, Hasan ve Güllü volkanlarının (bugün onlara dağ diyoruz) geride bıraktığı lav ve tortular bu süre zarfında rüzgar ve yağmurun çok yavaş ama sürekli etkisi altında - milyonlarca yıl içinde - bugünkü şekillerine kavuşmuşlardır [c9]. Rüzgarla şekillenen bu sütunların (Peri Bacaları) 1 yıl veya 7 ay süren Tufan neticesinde su altında oluşamayacağı (yaradılışçıların iddiası) veya Tufan öncesinde oluşmuşlarsa Tufanla birlikte yerle bir olacakları aşikardır. [c12] nolu bağlantıda “eolian” katmanların nasıl oluştuklarını detaylıca ele alan akademik bir çalışma sundum. Merak eden tamamını okuyabilir (ben maalesef sadece bir kısmını okudum).

Resim_4
Tüm sedimantif katmanlar:
Tüm çökeller Tufanda oluştuysa, neden dinozorlarla mamut fosillerini aynı sedimantasyon çökellerinde bulamıyoruz örneğin? Ya da omurgasız/yarı-omurgalı hafif canlılar Kambriyen katmanı gibi en altlarda yer alan bir katmanda birikmişler? Herhangi bir tufanda ağır canlıların en altta, hafif canlıların en üstte fosilleşmesi gerekmez miydi? Ama fosiller bu hikayeyi doğrulamıyor.
Tufan Tevrat’a göre 1 yıl Kuran’a göre yaklaşık 7 ay sürdü [c6-c7] ancak örneğin tebeşir dönemine ait kireç tortularının asla 1 yılda oluşamayacağı biliniyor.

Mercan resifleri:
Mercanların ideal şartlarda yılda birkaç santim, mercanların üzerinde büyüdüğü resiflerinse yılda yalnızca 1-2 mm kalınlaştığı bugün iyi bilinen bir olgu. Dünya denizlerinde defalarca yapılan uzun dönem ölçümlerin sonucu bu rakamlar. Bu durumda çoğu okyanuslardaki resiflerin bugünkü büyüklüklerine ulaşmaları için teknik olarak on binlerce (atol ve bariyer resifleri için 100.000) yıl geçmesi gerekiyor [c13]. Bu bilmemiz gereken ilk veri. Yine bilmemiz gereken ikinci veri ise Tufan anında oluşan depremlerin, lavların, anaforların, dev dalgaların ve muazzam kütleli akıntıların ve bu akıntılarla oradan oraya sürüklenen toprak, çamur, taş ve kaya yığınlarının mercan resiflerini tamamen tahrip etmiş olması gerektiği. Durum buysa günümüzdeki mercan resifleri en az 10-20 bin hatta atol mercanları en az 100 bin yıl önce oluşmaya başlamış olmalı. Bu da Tufanı ortalama 50 bin yıl geriye atar. Ama durun, burada bir sorun var. 50 bin yıl önce erken paleolitik dönemde insanlık avcı toplayıcı klanlar halinde yaşıyordu ve dil yeni yeni gelişmeye başlamıştı [c3-c4]. Bildiğimiz çekirdek aile o dönemde yoktu. Yine o dönemde insanlar tarımı bilmiyordu [c5]. Tarımın geçmişi yaklaşık 12 bin yıl. Dolayısıyla gemiye tahıl stoklayamazlardı. Daha ilginci, o dönemde insanlar gemi yapmasını da bilmiyordu! Bize Tevrat eliyle anlatılan Nuh ve ailesinin profili 50 bin yıl öncesinin yarı-vahşi insanın savan yaşamına uymuyordu. Üstelik 50.000 yıl önce Neanderthaller ve Denisovanlarla yan yana yaşıyorduk! 50 bin yıl öncesinden günümüze gelen arkeolojik buluntular sadece taş aletlerle sınırlı. Günümüze kadar ulaşabilen antropolojik bulgular bize o dönemin insanları hakkında az çok fikir veriyor. Öyleyse Nuh peygamber çok daha yakın tarihlerde yaşamış olmalı. Ama o zaman da günümüze kadar gelmiş bu mercan resiflerini ne yapacağız?

Resim_5
Fosil ormanlar:
Dünyadaki en büyük kalderalardan biri olan Yellowstone’da üst üste katmanlar halinde yığılmış 27 orman tespit edildi. Eocene döneminde (56 ile 33,9 milyon yıl öncesindeki ara dönem) hayli aktif olan kaldera ortalama 600.000-800.000 yıllık periyotlarla volkan püskürtmüş. İki püskürme arasındaki dönemde mineral bakımından zengin olan lav toprağında ormanlar yeşermiş. Kaldera yeniden püskürünce ormanlar lav tabakası altında kalmış. Yeni oluşan lav tabakası üzerinde yeniden ormanlar yeşermiş ve bu döngü günümüze kadar 27 kez tekrar etmiş. Durum Yellowstone’daki saha incelemelerinde çıplak gözle dahi görebiliyor. Ama işin daha ilginç bir yönü var. Çoğu ağaç aralarından akıp geçen lav selinde ayakta kalarak taşlaşmış. Lav seli kökü zayıf ağaçları devirirken kökü ve gövdesi kalın olanları devirmeyip çevresinden akarak katılaşmış. Böyle böyle birçok ağaç dikine fosilleşmiş. Dikine fosilleşen bu ağaçların çevresindeki lav toprağı erozyonla (rüzgar + su) aşındıkça ağaçlar ortaya    çıkmış. Yellowstone’da böyle yüzlerce taşlaşmış ağaç örneği  var (resme bknz.). Bu durum yalnızca Yellowstaone ile sınırlı değil. Volkanik aktivitenin olduğu pek çok tropik ve sub tropik kuşakta görülüyor [c2].

Şimdi; Bu dikine taşlaşmış ağaçlar 2 temel soru ortaya koyuyor:
1. Tüm jeolojik katmanların 1 yıl süren Tufanda oluştuğunu iddia eden yaradılışçılar, bu ağaçların Tufanda dik kalarak fosilleşmesini nasıl açıklıyor?
2. Üst üste 27 orman katmanının ayrı ayrı tabakalar halinde fosilleşmesini Tufan ile nasıl açıklıyor?
Her 2 jeolojik oluşumun Tufan ile açıklanamayacağı çok açık. Zaten açıklayamıyorlar da!..Benzeri yapılar Yellowstone dışında dünyanın başka yerlerinde de var. Bu da bonus olsun.
 
Büyük Kanyon:
Büyük Kanyon evan Tufan jeologlarının ve modern bilimin tezlerinin birlikte test edildiği ve sınandığı adeta muazzam bir laboratuvar gibidir. Büyük Kanyon sözde Tufan jeologlarının iddialarını acımasızca çürütmekte, Ortodoks jeolojinin öngörülerini ise doğrulamaktadır. Zaten bu doğrulamalar günümüzde umulmadık dolaylı bir yoldan, GPS uydularından düzenli olarak gelmektedir. Önce Tufan jeologları neler diyor, bir bakalım:

· Yeryüzündeki tüm canlı fosilleri – dinozorların ki dahil Tufanın eseridir. Daha başka bir ifadeyle hiçbir canlı türü bir diğerinin atası değildir. Bulunan tüm fosillere ait türler yeryüzünde eşanlı yaşamışlardır. Buradan temsilen şunu anlıyoruz; günümüzdeki köpek ırkları ata bir ırktan gelmemektedir!

· Büyük Kanyonda görülen bütün katmanlar Tufanın eseridir. Mantığa aykırı bu önerme, global bir sel felaketinden kalması gereken tek bir sedimantif katman bir türlü bulunamadığı için Tevrat’ta betimlenen Tufan öyküsü eğilip bükülerek uydurulmuştur.

· Büyük Kanyonda görülen deniz canlılarına ait fosiller Tufanın kanıtıdır.

Kuşkusuz jeolojik anlamda çok daha fazlasını söylüyorlar ancak tüm söylediklerinin ana başlıkları kabaca yukarıda sıralananlardır. Tüm evan iddialarını ve nasıl kolayca çürütüldüklerini görmek isterseniz, [c10] nolu bağlantıda verilen “The Grand Canyon, Monument to an Ancient Earth: Can Noah's Flood Explain the Grand Canyon?” kitabını Amazon’dan sipariş edip okuyabilirsiniz. Hristiyan ve dinsiz karma 11 jeolog akademisyen tarafından kaleme alınan kitap, bu sözde “genç-dünya” yaratılışçılarının ipliğini pazara çıkaran kaynaklar arasında en yenilerindendir. Kitabı okumadım ama kitabı yazanlardan dördünün aynı konuda kaleme aldığı yazı dizisi burada: [c11]
Konuya dönersek; İlk iddia Büyük Kanyon’daki ve dünyanın diğer pek çok bölgesindeki homojen katmanlarla kolayca çürütülmektedir. Tufan jeologlarının betimlediği Tufan son derece katasrofik bir tufan resmidir. Depremler, volkanlar, kasırgalar, gayzerler ve şiddetli yağmurlarla tanımlanan Tufan’da yeryüzü toprağı alt üst olmuş, ağır tabakalar önce, hafif tabakalar daha sonra çökmüştür. Böylesine ağır şartlar altında canlıların fosillerinin tümüyle rastgele bir düzende tüm katmanlara eşit biçimde dağılmış olması beklenir. Doğaya indiğimizde ise gördüğümüz resim bu değildir. Deniz canlıları ve kara canlıları ayrı ayrı katmanlardadırlar. Örneğin Büyük Kanyonda daha alttaki katmanlar deniz canlılarını içerirken, üst katmanlar kara canlılarının fosillerini içermektedir. Aynı katmanda yan yana deniz ve kara canlısı fosiline bugüne kadar rastlanmamıştır. Oysa Tufanda tüm canlıların cesetlerinin birbirine karışarak çökmesi gerekiyordu. İkincisi, Tufan anında ağırlık farkı nedeniyle büyük ve küçük boyutlu canlı fosillerinin ayrı tabakalarda bulunması gerekiyordu ama durum öyle değildir. Küçük ve iri canlılar aynı tabakalarda bulunmuşlardır. Üçüncüsü, İddia üzere tüm canlılar eşanlı yaşadıysa, bir dinozor fosiliyle (mesela T-rex) bir mamut fosilini aynı katmanda bulmamız gerekiyordu ama çok farklı katmanlarda bulunmaktadırlar.

İkinci iddia Büyük Kanyonda görülen tüm katmanların Tufanın eseri olduğudur. Aşağıdaki resimde ben 26 katman saydım, bazıları yere paralel olmayıp 40 derece civarında bir açıyla diklemesine sıralanmışlar. Bu garip durum Tufanda nasıl olmuş belli değil ama iddia sahiplerinin başını ağrıtan asıl sorun şu: Eğer bu 26 katman Tufanda oluştuysa, dünyanın her yerinde aynı 26 katmanı görmemiz gerekir. Görüyor muyuz dersiniz? Tabii ki hayır. Örneğin Ölü Deniz ve Ölüm Vadisi gibi deniz seviyesinin altında kalan bölgelerde nerdeyse sadece birkaç katman varken, Atlantik okyanusuna paralel bazı kıyı şevlerinde çok daha fazla katman vardır. Dünyanın pek çok yerinde katman sayısı farklıdır.

Son iddia Büyük Kanyonda görülen deniz canlılarına ait fosillerin Tufanın kanıtı olduğu iddiası. Yukarıda gördük. Büyük Kanyonda olsun, deniz canlılarına ait fosillerin görüldüğü başka karasal bölgelerde olsun, fosiller hep kendilerine ait katmanlarda bulundu. Bu bulgu, Tufanla değil, levha tektoniği ve yaşlı dünya teorileriyle uyumludur. Bu kuramlarla, GPS ölçümleri, saha ve fay gözlemleriyle toplanan veriler ışığında yapılan dinamik dünya modellemesi uyarınca kıtaların ve okyanusların sürekli değiştiği, bugün kara olan yerlerin milyonlarca yıl sonra deniz tabanına dönüştüğü ve bunun tersinin de geçerli olduğu dinamik bir yapıyı modern jeoloji bize yeryüzünün resmi olarak sunmaktadır. Örneğin GPS ve saha ölçümleri ile bugün Marmara’nın güneyinin kuzeyine oranla her yıl 1-3 santim Ege Denizinin ortasındaki dalma-batma zonuna doğru kaydığı bilinmektedir. Son Gölcük depreminde Gölcük’ün güneyi kuzeyine nazaran 4,5 metre batıya kaymıştır. Gözümüzün önünde oldu bu. Üstelik tarihi kayıtlardan bunun ortalama 250 yılda bir bir deprem eşliğinde yinelediğini de biliyoruz. Haydi bir hesap yapalım. Yılda ortalama 2 santim (450/250) 1 milyon yılda 20 km, 100 milyon yılda 2000 km yapar. O kadar süre sağ kalma imkanımız olsaydı, Çanakkale Ayvacık’ın o gün suyun altında kaldığını, Ege Denizinin batı kıta sahanlığının da karaya dönüştüğünü görecektik! O gün kazı yapsaydık Doğu Yunanistan’da deniz canlılarına ait fosiller bulacaktık! Kısacası Kuzey-batı Ege Bölgesinin bugün Ege Denizinin altına kaydığını biliyoruz, dahası ölçüyoruz: Yılda 1-3 santim kayıyor! Şimdi anladınız mı Büyük Kanyon gibi yerlerde neden deniz canlılarına ait fosiller var!

Resim_6
Katman hiyerarşisi:
Konglomerat (çakıl kayaçları) tabakalarının enteresan bir şekilde çok ince kumlu - hatta bazıları 3-5 km kalınlığındaki - tabakaların üstünde yer aldığı pek çok katman açığa çıkarılmıştır. Örneğin Marsilya kıyılarındaki falezlerde bu durum açıkça görülebilmektedir. Falezler yer yer 200 metre yüksekliğe erişmektedirler ve falez sırtlarındaki çakıl kayaç tabakasını oluşturan her birinin büyüklüğü 30 santimi aşan kaya parçaları açık bir şekilde kalın bir ince kum tabakasının üstünde yeni bir katman oluşturmuş durumdadırlar [c8]. Bu sözde Tufan jeologları “taş gibi batmak” deyimini anlaşılan hiç duymamışlar ki, buna benzer yeryüzü katmanlarının 1 yıl sürdüğü savlanan Tufanda oluştuğunu iddia edebilmektedirler. Düşünebiliyor musunuz, Tufan suları yeryüzünü alt üst ediyor, her şey birbirine karışıyor ama nasıl oluyorsa önce ince kum dibe çöküyor. O esnada kayalar suyun içinde sırasını bekliyor, sonra sıra kayalara geliyor ve onlar dibe çöküyor ama nedense kum tabakasına batmıyorlar!

Sonuç olarak bu sözde Tufan jeologları Tufanın Panerezoik evrede (542 ma ile 65 ma arasında) olduğunu iddia ediyorlardı ama bu evredeki tüm tortul tabakaların analizi bunun mümkün olmadığını, Tufan benzeri bir şey olduysa bile bunun Panerezoik evreden çok önce olmuş olması gerektiği ya da Tufan diye bir şeyin hiç olmadığı yönünde.


BÖLÜM KAYNAKLARI [c]:

Tufan Jeolojisi İddialarının Çürütülmesi:
Bu kısımda mesnetsizce ortaya atılan pek çok jeoloji temelli evan iddiayı çürüten kaynaklardan küçük bir kesit verilmiştir. Bu iddiaları çürüten pek çok kitap mevcuttur ancak erişmesi ve okuması kolay olduğu için internet üzerinden bulduğum kaynakları tercih ettim. Söz konusu gerçek dışı iddiaların bir kısmını Türkçe olarak [a12]’de verilen kopyala-yapıştır İslami sitede bulabilirsiniz. Burada listeyi 10 bağlantı ile sınırladım. Aşağıdaki 10 bağlantıda Evan Tufan jeologlarının iddialarının hemen hepsinin nasıl çürütüldüğünü okuyabilirsiniz. En basitinden “40 bin yıldan beri her yıl ağaç halkaları gibi katman katman biriktiği bilinen buzul çekirdeklerinde neden Tufanı göremiyoruz” gibi. Aklınızda hala sorular ve kuşkular kaldıysa aşağıdaki bağlantıları baştan sona okumanızı salık veririm. Aradığınız veya evanlar tarafından sorulan sorulara tüm cevaplar burada.


C. Biyolojik bulgular

Genetik darboğaz:
Bir türün soyunu sürdürebilmesi için genetik çeşitlilik hayati derecede önemli bir faktör. “Inbreeding” yani aynı soydan (aile içi çiftleşme) türemenin önünde çok ciddi darboğazlar var ve yapılan bilgisayar simülasyonları ve istatistik hesapları (PVA hesapları) bir çift bireye indirgenmiş insanlık dahil pek çok memeli türünün soyunu devam ettiremeyeceğini gösteriyor [d1]. Bu ciddi darboğazlar şöyle sıralanabilir:
      ·        Aile içi çiftleşme depresyonu
      ·        Karma Bağışıklık Yetersizliği 
      ·        MVP (Varlığını sürdürebilir Minimum Nüfus)
      ·        Kurucu Etkisi 
      ·        Nurgaliev Yasası

Merak edenler neden bir çift insandan (ya da bir çift iri memeliden) insanlık soyunun devam edemeyeceğini yukarıdaki topikleri araştırarak öğrenebilirler. Ayrıca doğada ve insan tarihinde bunun örnekleri var. Mesela Yeni Zelanda’daki Kakapo papağanlarından sadece 100 küsur kadarı kalmış durumda. Bilim adamları tarafından tehditlerden ve hastalıklardan korundukları halde ve üstelik 100’ün üzerinde papağan olduğu halde bilim adamları bu türün soyunun tükeneceğini hesaplıyor. Keza insanlardan örnek vermek gerekirse İspanyol soylusu Habsburg ailesinin sırf aile içi evlilikler nedeniyle soyu 200 yılda (1500-1700) tükendi.

Biyologlar bir çift gelişkin memeliden soyun devam etmesi bir şekilde başarılsa bile ortaya çıkanın kurucu etkisi yüzünden yeni bir tür olacağını ifade ediyorlar.

Kısacası mesela bir çift insan kalsa, insanlık ondan yeniden çoğalamaz, analizler ve dünyada yaşanan örnekler (adalara hapsolan az bireyli türlerin izlenmesi vb.) bunu gösteriyor. Kuşkusuz bu durum çoğu diğer memeli türleri için de geçerli. Genetik Darboğaz yüzünden Nuh’un Gemisine alınan çoğu hayvan türü yukarıdaki nedenlerle yeterince çoğalamadan yok olurdu.

Nurgalyev denklemi bize bu konuda bir fikir veriyor zaten: Dn/Dt = an^2 - bn
Burada "n" popülasyonun büyüklüğü, "t" zaman dilimi, "a" bir erkek yavrunun ortalama doğma olasılığının yarısı ve "b" de bir yavrunun 1 yılda ölme olasılığıdır. Bu denklemle yapılan çoğu hesaplama "n" değerini 2 aldığınızda insan için olsun diğer bazı memeliler için olsun 1'den küçük çıkıyor. Örneğin 10 yıl için yapsak, 2/10 = 1/4*2^2 - 2/5*2. Benim hesabıma göre - ki çok kaba bir hesap - yavrunun 1 yılda ölme olasılığını 0,4 aldığımda 2 bireyli bu türün 10 yıl içinde hayatta kalma olasılığı %20'dir. Süre arttıkça, bu denkleme göre hayatta kalma olasılığı daha da düşüyor 2 bireyli memeli türü için.  

Fosil kayıtlarındaki anomali:
İlahi metinlerde bize şu söyleniyor: “Nuh (karada) yaşayan canlılardan birer çifti gemiye aldı, Tufan bittiğinde onları serbest bıraktı.” Bu ifade neresinden tutsan elinde kalıyor ama bizi şu anda ilgilendiren kısmı fosil kayıtlarıyla ilişkisi. Eğer Nuh yaşayan tüm kara canlılarından birer çifti gemiye aldıysa, geride kalan ve gemiye alınmayan yüz milyonlarcasının suda boğularak dibe çökmüş ve toprağa gömülmüş olması gerekir. Zaten yaradılışçılar da bunu iddia ediyor ve bulunan fosillerin Tufandan kalma olduğunu savlıyor. Onlara göre dünya 10 bin yaşında ve bundan daha yaşlı fosil yok! İyi ama burada da yine yaradılışçılar açısından kahredici, baş belası iki sorun var: 1) Durum buysa bugün bulduğumuz fosillerin ezici çoğunluğunun günümüzde yaşayan canlılara ait olması gerekir ama durum tam tersi. Dünyaca ünlü paleontolog G. Gaylord Simson günümüzde bulunmuş fosillerin neredeyse tamamının artık soyu tükenmiş olan türlere ait olduğunu belirtiyor [d2]. Peki ama günümüzdeki türlerin Tufanda boğulan yüz milyonlarcasının fosilleri nerede? Nerede örneğin yüz binlerce aslan, zürafa, gergedan, mamba vb. fosili? Nerede milyonlarca ceylan, koyun, domuz, inek, tavuk, tavşan vb. fosili?.. Toprağı ne zaman “biraz derin” eşelesek, hemen her zaman soyu yüzbinlerce ya da milyonlarca yıl önce tükenmiş türlerin fosilleriyle karşılaşıyoruz ama bir türlü günümüzdeki türlerin fosilleriyle sık sık karşılaşmak mümkün olmuyor. İyi ama nereye gitti bu Tufanda boğulan hayvanların ve insanların cesetleri? 2) Tufanın yarattığı türbülans ve anaforda tüm canlıların cesetlerinin oradan oraya savrulmuş, sular sakinleşip çekilmeye başlayınca da en son nereye sürüklendilerse orada fosilleşmiş olmaları gerekir. Bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor: Günümüzde yaşayan kara ve deniz canlılarının fosillerini - aynı katmanlarda - büyük ölçüde birbirine karışmış halde bulmamız gerekir. Peki öyle mi buluyoruz? Ne gezer! Daha bir tane kaplan, fil ya da hominid fosilini deniz dibinde bulamadık! Peki Tufanda ölen milyonlarca insanın fosilini deniz diplerinde bulduk mu? Hayır!..

Türlerin özellikleri ve konumlarının Tufan dinamikleriyle uyumsuzluğu:
Tevrat’ın Tekvin kitabında 7. Bölümde (7/2-10) Tanrı Hz. Nuh’a 7 gün sonra tufan yapacağını belirterek, kendisine bir gemi inşa etmesini ve tüm hayvanlardan bir çifti gemiye almasını söylüyor (Tekvin 7/4). Buradan anlıyoruz ki, Hz. Nuh 137 metre boyundaki gemiyi yalnızca bir haftada yapıyor ve daha enteresanı tüm türler (artık onları Hz. Nuh diyar diyar gezip mi topluyor, kendileri mi geliyor bilemiyoruz) yalnızca 1 hafta içinde bulundukları yerden Küfe’ye geliyorlar ya da getiriliyorlar. Tevrat’ta Tanrı bununla ilgili mucize göstereceğine dair bir bilgi vermiyor. Vermediğine göre mucize gösterilmemiş olmalı. O halde bu nasıl mümkün oluyor? Nasıl türler dünyanın en uzak köşelerinden 7 günde gemiye geliyor?

Yeryüzünde, geliştirilen yeni teknikleri kullanan son araştırmalara göre 7,77 milyon hayvan (animale) türü olduğu hesaplanıyor (aquatik hayvanlar dahil mantarlar hariç) ve bunların 1 milyon (1,5 milyon tümü) kadarı da halihazırda kataloglanmış durumda. Bitkiler, bakteriler ve algea dahil yaşayan tüm türlerin sayısının ise 9 milyonu aştığı hesaplanıyor [d4]. Kuşkusuz bu konuda bilim dünyasında bir konsensüs yok. Sonuçta farklı veri setleri, farklı morfolojik kabuller ve çoğu intransijen analiz araçlarıyla farklı sonuçlara ulaşılıyor. Yaşayan türlerin sayısı araştırmaya bağlı olarak 2 ile 50 milyon arasında değişiyor [d6]. Şikago Üniversitesinin son yaptığı araştırmaya göre, listeye maytlar ve bakteriler dahil edilirse, morfolojik tabanda 1 ile 6 milyar arasında tür olduğu hesaplanıyor [d5]. Ancak son yapılan ve daha düşük standart sapmaya sahip araştırmalar 7-10 milyon arasını gösteriyor [d6]. Öte yandan, Arizona Üniversitesinin yeni tamamladığı araştırmanın “The Quarterly Review of Biology” dergisinin 09-2017 sayısında yayınlanan makalesine göre yeryüzünde 2 milyar türün yaşamış ve yaşamakta olması muhtemel. Bunların 6,8 milyon kadarı böceklerden oluşuyor. Bugün sadece ABD’de kataloglanmış 91.000 böcek türü var. Tüm yeryüzünde ise birkaç milyon böcek türünün olduğu kesin. Hangisi doğru olursa olsun tüm bu araştırmaların gösterdiği şey şu: Muazzam sayıda tür var ve tüm bu türlerin 1 yıl yetecek gıda ve su iaşeleriyle birlikte boyutları belli tek bir tahta gemiye sığması imkansız. Sığması bir yana, bu türlerin bulundukları habitatlardan yola çıkarak Mezopotamya’ya gelmeleri daha da imkansız. Nuh’un Gemisi içinde yer alması gereken bu türlerin hepsini buraya taşımam mümkün olmadığı için içlerinden 25-30 kadarını seçip – neden kendi başlarına yolculuklarının ve sonrasının imkansız olduğunu irdelemek için - daha yakından bakmak üzere aşağıda sıraladım:

Şimdi; Allah’ın çağrısına uyup yola çıkan milyonlarca tür hayvandan bazılarını tanıyalım… 

Hz. Nuh bizi bekliyor, haydi yola çıkalım:
Öncelikle, gemiye alınan hayvanlar hemcinsleri arasından hangi kriterlere göre seçildiler, hiç bunun üzerinde düşündünüz mü? Mesela milyonlarca koyun arasından bir çift seçildi. O çift neye göre seçildi? Genetik açıdan en kusursuzları desen, günümüzde bir sürü koyun genetik hastalığı mevcut. Öyleyse bu değil. O halde ne? En akla yatkını rastgele seçilmiş olması. Rastgele seçildiyse çiftten birinin kısır çıkma olasılığını ne yapacağız? Çiftten birinin ölümcül bir genetik hastalığın taşıyıcısı olmadığından nasıl emin olacağız? Çiftten birinin ya da ikisinin seçilmeden hemen önce mesela şarbon veya şap hastalığına yakalanmadığından nasıl emin olacağız? Seçilen çiftin yaşlı olması nedeniyle artık çiftleşmeyen bir çift olmadığından nasıl emin olacağız? Bu sorular fantezi gibi gelebilir ama meseleye daha analitik bir gözle bakıldığında değildirler çünkü türün devamını garantiye almak açısından rastgele seçilmemiş olmaları gerekir. İlerde göreceğimiz üzere 1 milyon tür söz konusu ve bunların arasından binlercesinin böyle olması yüksek ihtimal dahilinde.

Bir başka mesele ise Tanrı Hz. Nuh’a Tekvin 6/19 ve 7/2’de gemiye hayvanlardan birer çift almasını söylüyor. Tevrat’a göre durum bu. Kuran’da ise Hud 40’da her türden birer çift hayvanı gemiye bindir diyor. Öyleyse Hz. Nuh bu hayvanları nasıl topladı? Yukarıdaki paragrafa dönersek, neye göre seçti? Tek tek dünyanın her bir köşesine gidip 1 milyon türden çifti toplayıp günümüz Irak’ına getiremeyeceğine göre mantıken hayvanların kendileri gemiye kadar gelmiş olmalı (Kuran’da öyle diyor). Peki nasıl geldiler?..

3 parmaklı tembel hayvan:
Amazon ormanlarında yaşar, meyveyle beslenir, sürekli ağaçta yaşar. Haftada bir kez tuvaletini yapmak için ağaçtan iner. Çok yavaştır. Maksimum hızı 1,9 km/s iken ortalama hızları bunun yarısı kadar bile değildir. Evet, bu tembel ve hareketsiz hayvan arada Atlas Okyanusu da bulunan yaklaşık 11.500 km mesafeyi aşarak nasıl Irak’a geldi? Bu mesafenin 4.500-5.000 km kadarı karada geçiyor. Saatte 1 km kadar hızla yol alan bu hayvan günde en çok 10 km hesabıyla okyanus hariç sadece karayı aşmak için bile neredeyse 1,5 yıla ihtiyaç duyacaktı. Yoldaki tehlikeleri, yırtıcıları, çölleri, nehirleri ve tüm bu süre zarfında ne yiyip içtiğini saymıyoruz bile!..   


Resim_7a

Resim_7b
Pirana:
Amazon ve Orinoko gibi nehirlerde yaşayan “tatlı su” balıklarıdır. Etçil ve otçul olarak 2 takıma ayrılırlar. Çok çeşitli türleri vardır. İçlerinden yalnızca 4-5 alt türü yırtıcıdır. Tuzlu suda yaşayamazlar. Otçul olanları nehre düşen meyve ve tohumlarla beslenir, dişileri yumurtalarını nehir dibindeki bitkilerin yapraklarına yapıştırırlar. Erkekler de yumurtalar olgunlaşana kadar onları korur. Şimdi böyle bir hayvan Tufan ortamında nasıl hayatta kalabilir? Nehrin derinliği taş çatlasın 5-10 metreyken, bir anda 9 km kalınlığında sıcaklığı, tuz oranı, biyokimyası tamamen farklı bir ortamın içinde bulacak ve bu ortamda ne meyvesini-tohumlarını yiyebileceği ağaçlar, ne de yumurtasını bırakabileceği nehir dibi bitkileri olacak. 5-10 metre derinlikteki basınca uyarlanmış bedeni ile zaten daha derinlere inemeyecek olan bu balık türü, benzeri diğer binlerce balık türü gibi, Tufandan kurtulup bugünlere nasıl geldi?

Kanguru:
Hepinizin bildiği bir hayvan. Avustralya’da yaşar, zıplayarak ilerler, suda batmadan durabilir ancak suda düzgün bir ritimde ilerleyemez. Yani su yüzeyinde batmadan durabilir ama yüzemez. Hint Okyanusunu yüzerek aşması mümkün değildir. Haydi aştı diyelim, köpek balıklarına nasıl yem olmadı? Sıcak iklimde yaşar, soğuğa gelemez. Bu hayvan Avustralya’dan binlerce km öteye, Irak’a okyanuslar aşarak nasıl geldi?

Penguen:
Suda türüne bağlı olarak 7 ile 40 kms arasında hız yapabilirler ama karada maksimum hızları 3,9 km/s kadardır. İmparator ve Kral penguenin karadaki hızları çok daha düşüktür, 1-2 km/s kadardır. Sadece balık yerler. Balık dışında bir besine kısa sürede adaptasyonları mümkün değildir. Uçamazlar. Şimdi bu hayvan yüzerek Ümit Burnuna nasıl geldi, oradan tüm Afrika kıtasını yürüyerek nasıl aştı (2 km/s ortalama hızla Ümit burnundan Küfe’ye kadar hiç durmadan, hiç uyumadan yaklaşık 8300 km yolculuğu günde 50 km’den ancak 6 ayda alabilir)?  

Resim_8
Antartika Fil Foku:
Oldukça iri olan bu hayvanların dişileri 5 metre boya kadar ulaşmaktadır. Ortalama boyları 3 m civarında ve ağırlıkları da 400-600 kg kadardır. En iri dişiler 1 tonu aşabilirler. Ayakları yoktur. Fok familyasından olan bu hayvanlar yüzmedikleri zamanlarda vakitlerinin çoğunu Antartik buzullar ve kayalar üzerinde geçirirler. Ayakları ve kolları büyük ölçüde yüzgece dönüşmüş bu hayvanların narin derileri toprak üzerinde sürünmeye ve çöl iklimine uygun değildir. Aşağıda bir resmini paylaşıyorum. Şimdi lütfen resme bakın ve bana bu hayvanın Antartika’dan Irak Küfe’ye hem de 1 haftada nasıl geldiğini ya da getirildiğini izah edin.

Resim_9
Mors:
Kuzey kutup bölgesinde yaşar. Boyları 4-5 metreyi bulur. Antartika fil fokuna benzer ama onun fildişi gibi dişleri vardır. Deniz aygırı olarak da bilinirler. Yüzgeç benzeri ayak ve kolları vardır. Suda avlanmadığında Buzullar üzerinde vakit geçirir. Aynı Antartika fil foku gibi Kuzey Kutbundan Irak Küfe’ye kendi başına gelmesi mümkün değildir, taşınarak getirilmesi gerekir ama 1-1,5 tonu bulan ağırlıkları ile taşımak da bir sorundur. Irak’ın yarı çöl ve çöl ikliminde derisi hemen kurur. Kuzey Kutbundan Küfe’ye yaklaşık 9.000 km yolu bu hayvan nasıl aşmış ve Irak’ın çöl ikliminde hayatta kalmayı başarmıştır?

Tetragnatha (Hawai Örümceği):
Hawai örümceğinin diğer örümcek türlerinden pek de farkı yok. Burada bilmemiz gereken Hawai’ye özgü bir örümcek türü olduğu. Hawai dışında görülmüyor. Adaya geldikten sonra izolasyon nedeniyle diğer örümcek türlerinden farklılaşmış. Sorun Hawai ile Irak arasındaki yaklaşık 14.000 km mesafeyi nasıl aştığı. Arada binlerce km okyanus ve anakara bu minnacık kanatsız böcek tarafından nasıl aşıldı?

Habu:
Japon zehirli yılanı Okinawa’daki Sakishima, Tokara gibi adalarda yaşayan bu yılan türü endemiktir yani sadece Japonya’da bulunur. Peki bu hayvan Okinawa ile Irak arasındaki 8.000 km mesafeyi aradaki okyanus dahil nasıl aştı?

Kiwi:
Kiwi’den çok söz etmeye gerek yok. Yine bir endemik tür ve sadece Yeni Zelenda’da yaşıyor. Uçamıyor, tavuk kadar bile kanatları yok. Paytak paytak yürüyen bu sözde kuş Yeni Zelenda ile Irak arasındaki arada Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu bulunan yaklaşık 8.000 km mesafeyi nasıl aştı?

Resim _10
Kanada su sineği:
Kanada su sineklerinin ömrü ortalama 1 gündür. Yanlış okumadınız. Yalnızca 1 gün kadar yaşarlar. Bu su sineğinin ölmeden Irak’a varabilmesi için doğduktan sonra 20 saat içinde Kanada’dan 10.500 km mesafeyi hiç durmadan saatte 525 km hızla aşması gerekir ve bu imkansızdır.

Koala:
Yine endemik bir tür daha. Yalnızca Avustralya’da bulunur. 600 kadar okaliptüs türü içinden yalnızca 3 düzine kadarının yapraklarıyla beslenirler, diğer okaliptüs türlerine bulaşmazlar. Bir başka deyişle, diyetleri sadece belli bir tür okaliptüsün yaprağından oluşmaktadır. Genel olarak okaliptüs yapraklarının besin değeri son derece düşüktür ve sindirimi güçtür. Bu nedenle bu hayvanlar enerji harcamamak için nadir hareket ederler ve günlerinin 20-22 saatleri uyku ile geçer. Son derece tembel olan ve yaşamaları tek bir besine dayalı olarak tembel kalmaya bağlı olan bu hayvan, Avustralya’nın güney-doğu kıyılarından Irak’a arada Hint Okyanusunun da bulunduğu 13.000 km mesafeyi aşarak nasıl geldi? Sadece belli bir tür okaliptüs yaprağı ile beslenen bu hayvan yolda ve gemide ne yedi?

Panda:
Evet, Çin’in sembolü panda. Çocukların sevgilisi panda… Bu hayvan biliyorsunuz sadece bambu yiyerek besleniyor ve verimsiz bambu bitkisi yüzünden neredeyse uyku dışında tüm gününü bambu yiyerek geçiriyor. Bu hayvan arada hiç bambu olmayan 6.300 km mesafeyi (Çin-Afganistan-İran-Irak) nasıl aştı? Günde 50 km yol alsa, 4 ay kadar sürecek bu yolculuk boyunca ve gemide nereden bambu bulup yedi?

Kalem kuyruklu ağaç faresi:
Tayland ve Endonezya’da yaşar sadece %4 alkol içeren Bertam palmiyesinin nektarını içererek yaşarlar ve günde 10-12 kola kutusu kadar tüketirler. Adından tahmin edileceği üzere Bertam Palmiyesi ağacında yaşarlar ve sadece onun meyvesiyle beslenirler. Ağaca bağlı yaşamları olan bu farelerin taa Tayland ve Endonezya’dan 10 bin km’yi aşan mesafeleri aşarak Küfe’ye gelmeleri nasıl izah edilecektir? Bir de bu hayvan günde 10-12 kutu bira alkolünde nektar tüketiyor. Bu alkollü nektarı yol boyunca ve Tufan boyunca nereden buldu?

Kamçıkuyruklu Kertenkele:
Tamamen dişilerden oluşan bu tür aseksüel sınıfındaki türler arasındadır. Eşeyli üremeye ya da bu tip üremenin heterogami (dişi-erkek) tipine ihtiyaç duymayan bitki olsun hayvan olsun birçok canlı türü vardır. Bu tür de onlardan biridir ve tür sadece dişilerden oluşur, erkek yoktur. Dişi kendi yumurtasını “Diploit Partenogenez” yoluyla döller. Erkeğe ihtiyaç duyulmadığı için tür sadece dişilerden oluşur. Şimdi; Nuh’un Gemisine bu kertenkele “lezbiyen” bir çift olarak mı alındı? Alınmadıysa günümüzde nasıl var olabiliyorlar? Tanrı’nın her canlıdan “bir çift” emrine karşı gelinerek sadece “1” dişi kertenkele mi gemiye alındı? Yoksa erkek ve dişiden mukim bir çift tür içinde bulunmadığından mütevellit gemiye hiç mi alınmadı? Evet, soru açık: Bu kertenkelenin Tufandaki durumu nedir? Bu kertenkele dışında yine böyle aseksüel olan diğer yüzlerce hatta binlerce türün Tufandaki durumu nedir?

Su Aygırı ve Timsah ve Su Samuru ve saz arkadaşları:
Evet, bu hayvanlar suda yaşayan kara hayvanları! Cümle biraz oksimoron oldu ama gerçek bu… Bunlar kara hayvanları çünkü atmosferik soluma yapıyorlar. Bunlar aynı zamanda su hayvanları çünkü zamanlarının çoğu suda geçiyorlar. Esasen bunlar amfibik türler ve böyle yüzlerce amfibik tür var. Şimdi; su hayvanlarının Nuh’un Gemisine alınmadığını biliyoruz. Peki bunlar alındı mı? Alınmadılarsa bugün nasıl hayattalar? Alındılarsa Nuh’un Gemisi içinde su olmadan nasıl yaşadılar? Timsah olsun, su aygırı olsun, suyun dışında derisi süratle kurur ve çatlamaya başlar. Ayrıca su aygırının eklemleri suyun dışında ağırlığını uzun süre taşıyamaz. O nedenle bu hayvanlar hemen her zaman suyun içindedirler. Gemiye alındılarsa, gemide bunlara birer havuz mu yapıldı? Mesela ornitorenge yapay bir ırmak mı yapıldı gemi içinde?

Yeşil sinek, Fidan Biti, Su Piresi ve benzerleri:
Böyle onlarca hayvan türü erkek olmadan üremektedir. Örneğin bal arılarında kraliçe arıdan mayoz ile oluşan haploit yumurtanın döllenmeden gelişmesi ile erkek arıyı oluşturması haploid partenogenez yoluyladır. Yani arılarda dişi esas, erkek teferruattır. Bu nedenle gerek yeşil sinek ve fidan biti gibi hayvanlar ve gerekse koloniler halinde yaşayan arı ve karınca gibi türler çiftler halinde üremezler Haliyle bunları gemiye çifter çifter almak mümkün değildir çünkü ortada bir “çift” yoktur. Konu türler ya tek bir cinsiyetten oluşmaktadır ve bu cinsiyet de haliyle dişidir ya da tür içinde erkekler de vardır ama üremede “dölleme” fonksiyonları yoktur. Dişi erkeği yine erkeğe ihtiyaç duymadan kendisi yapar! Doğada dişi esastır. Ataerkil insanda ise erkek esastır ve haliyle dini de ataerkildir! Evet, soruya geri dönelim: Bazı arı ve karınca türleri gemiye bir çift mi alındı, koloni olarak mı? Koloni olarak alındılarsa Tanrı’nın “bir çift” emri göz ardı mı edildi? Ya da Tanrı kendi emrini mi çiğnedi? Yeşil sinek, fidan biti ve su piresi gibi erkeği olmayan türler gemiye nasıl alındı? Bir çift dişi olarak alındılarsa bir çift dişi almanın mantığı nedir? Tek bir dişi alındıysa “bir çift” emrinin mantığı nedir?

Somon ve Yılan Balığı:
Sadece ikisini aldım ama böyle özel üreme ve hayat döngüsü olan yüzlerce balık türü var. Özellikle nehir ve göl balıkları olmak üzere binlerce balık türü yumurtalarını özel alanlara bırakırlar ve çoğu kez buna eşlik eden özel dölleme seremonileri vardır. Örneğin alabalık yumurtalarını kayalık zeminlere bırakır. Çoğu balık da kıyılara gelerek kıyılardaki sığ alanlara bırakırlar. Tufanda balıkların gelip yumurtalarını bırakabilecekleri herhangi bir kıyı ya da kayalık alan kalmayacaktır. Tüm bu balıkların yumurtaları döllenemeden heba olup gidecek ve böylece çoğunun soyu tükenecektir. Somon ve Yılan balığına dönersek; bazı türleri özel bir üreme döngüsüne sahiptir. Atlantik ve pasifik somon balıkları tatlı suda üreyip yetiştikten sonra denize geçerler ve tekrar tatlı suya dönerek yumurtlarlar. Bunlar göçebe balıklardır. Benzer şekilde yılan balığı familyasında yer alan Anguillidae ailesine ait türler tatlı suda yaşayıp üremek için tropikal veya subtropikal denizlere göç eder. Bunların üremesi için tatlı ve tuzlu suyun eşanlı varlığı zorunludur.

Deniz Kaplumbağaları:
Deniz kaplumbağaları da karada yumurtlayıp denizde veya tatlı sularda yaşayan canlılardır. Birçok türü vardır. Bize en tanıdık geleni İztuzu plajında yumurtlayan Caretta caretta’lardır. Tufanda ise 1 yıl boyunca ne kıyı ne de plaj olmayacağı için kaplumbağalar da yumurtlayamayacak olan nice aquatik tür arasındadır.

Mercan Resifleri:
Tropikal kuşakta ve hemen hemen tamamen sığ sularda bulunan ve on binlerce deniz türünü barındıran resifler Tufanla birlikte 9 km suyun altında kalarak yok olacak organik deniz yapıları arasındadır. Tufan, bu resifleri ve üzerinde yaşayan on binlerce türü 9 km derine iterek buz gibi soğuğa, muazzam basınca ve zifiri karanlığa gömecek, deniz dibi anaforlarıyla baş başa bırakacaktır. Tufan kısaca mercanları ve resifleri üzerindeki, tüm canlılarla birlikte yok edecektir. Tufan olduysa mantıken günümüzdeki denizlerde mercan olmaması gerekir çünkü mercan oluşumu on binlerce yıl sürmektedir. En eski mercanlar birkaç milyon yıllıktır.

Altınbalığı ve Morina:
Kırmızı balık, havuz balığı ya da süs balığı gibi adlarla da bilinen bu balık türü “stenohaline” tipinde bir balık türüdür yani tuzlu suda yaşayamaz. Tuzlu suya toleransı son derece düşüktür. Bu türden balıklara stenohaline denmektedir. Benzer şekilde morina (bizdeki mezgitle aynı familyadır) bir tuzlu su balığıdır ve deniz suyunun tuzluluğundaki değişikliklere karşı aşırı hassastır, dolayısıyla tatlı suda ya da daha az tuzlu suda yaşayamaz. Morina da stenohaline tipinde bir balıktır. Böyle olmayan yani suyun tuzluluk oranına karşı yüksek toleransa sahip balıklara ise euryhaline denmektedir. Bu türden deniz canlılarının metabolizmalarında ozmoregülatif [d7] organlar daha fazla gelişmiştir. Bir başka deyişle suyun tuzluluk oranından az etkilenen türlerde suyun ozmos mekanizmasını kontrol edebilen doku yapıları varken, tuz toleransı olmayan türlerde bu yapılar yoktur. Denizlerde ve tatlı sularda yaşayan türler arasında birçok tür “stenohaline”dir ve Tufan suyunda ozmosu kontrol edemedikleri için ölmeye mahkumdur. Dolayısıyla Altın balık ya da morinanın ve diğer stenohaline türlerin Tufanda yok olup gitmiş olması gerekiyordu ama varlar! Bu da Tufan diye bir şeyin olmadığının yüzlerce kanıtından biridir.

Biraz da ozmosdan (ya da ozmoz) söz edelim: Yoğunluğu farklı iki su ortamını bir geçirgen zarla birbirinden ayırdığımızda, suyun bir ortamdan diğerine difüzyonuna ozmos denmektedir. Böyle bir durumda daha az yoğun olan su daha yoğun olan su tarafına geçmektedir. Şöyle düşünelim: Bir tarafta yoğunluğu 1,3 olan deniz suyu var. Diğer tarafta ise yoğunluğu 1 olan tatlı su var. Bu ikisi arasına bir geçirgen zar koyduğumuzda tatlı su tuzlu su tarafına akarak yoğunluğu dengelemeye çalışmaktadır. Yani stenohaline bir balığı tatlı sudan alıp deniz suyuna atarsanız, vücudundaki su deniz suyuna doğru akarak vücudu susuz bırakmaktadır. Tersini yaparsanız, stenohaline bir deniz balığını tatlı suya bırakırsanız, bu defa balığın vücudu aşırı suyla dolar. Her 2 durumda da balık ya susuzluktan ya da aşırı sudan ölür. Bu sürecin tersine “reverse osmos” denmektedir. Tufan anında dışardan gelen 4,6 milyar km3 suyun tuzluluk oranını bilmiyoruz. Tuzsuz olduğunu varsayarsak, deniz suyunun tuzluluğu %3,5 civarından %1 civarına düşerek denizdeki neredeyse tüm stenohaline türler ile tatlı sudaki bazı stenohaline türlerin ölmesine yol açar. Yok, eğer dışardan gelen bu su tuzlu ise (oranını bilmiyoruz, deniz suyundaki kadar olduğunu varsayalım), tatlı sularda yaşayan tüm stenohaline türlerin ölmesine yol açar. Öyleyse soru şu: Günümüzde yaşayan tüm bu stenohaline türler Tufanda yok olduklarına göre nereden geldiler?

Atkılı Parazit:
Bu parazitin en önemli özelliği, insanları intihara meyilli bir hale getirmesi! Önce sineklerin içine su yoluyla larvasını bırakan parazit, sineğin dokularını yiyerek büyümeye başlıyor. Büyüdükçe kendi bir eş bulmak isteyen parazit, sineğin havuza ya da durgun su birikintisine gidip kendini boğması için beynini programlıyor. Bu şekilde insan vücuduna giren parazit, sineğe yaptığının aynısını insana da yapıyor. Şimdi; Allah hem intiharı yasaklarken hem de insanları intihara zorlayan bir canlı türünü yaratmış olmasının garipliğini bir kenara bırakalım ve bu parazitin çoğalmak için bir sinek vücuduna ihtiyacı olduğu gerçeğine odaklanalım. Gemiye bu parazitten bir çift aldık. Bir çift de sinek aldık. Şimdi bu parazitin yavrularını büyütmek için bir çift sinekten birisi ya da her ikisinin birden vücuduna ihtiyacı var. Eğer bu sinekleri kullanırsa, sinek türünün soyunun tükenmesi gerekir çünkü elimizde yalnızca bir çift sinek var. Ya da sinek türü yaşayacaksa bu parazitin yok olması gerekir ama ikisi de günümüzde yaşayan türler arasındalar! Nasıl oldu bu? İkinci soru ise şu: Bu parazitin ayakları yok. Yani Allah’ın çağrısına uyup kendi başına Nuh’un Gemisine gidemez. Peki gemiye nasıl gitti? Gemiye binen 2 sinek içinde gittilerse o sineklerin soyu bugün nasıl devam ediyor?
Böyle kendi başına Nuh’un Gemisine gidemeyecek binlerce tür var. Bu türler gemiye nasıl gittiler. Gitmedilerse soyları Tufanda neden tükenmedi?

Gemide 1 yıl:
Kuran’da geminin detayları yok. Kamer 13’de tahtadan yapılmış, çiviler çakılmış bir gemiden söz eder. Bir de başka bir kaynakta (Zamanın Gerçek Tarihi II, C.D. Duyar) teknenin MS. 500-600 döneminin tekneleri gibi sefine formunda olduğu söylenmektedir. Tekvine göreyse gemi sanduka şeklindedir. İngilizcede Nuh’un Gemisi anlamına gelen “ark” aynı zamanda sanduka demektir. Kuran’da bir de Hud 40’da “tennur (tandır) parladığında..” diye bir ifade geçmekte olup, bazı hayalperestler bunu geminin buhar kazanı olarak yorumlamaktadırlar (!). Kuran’da gemiye atfen başkaca bir ifade bulamadım ama Tekvinde bol. Neredeyse gemi ana hatlarıyla anlatılmış (Tekvin 6/14-16, 32). Gemi 300 arşın boyunda, 50 arşın genişliğinde ve 30 arşın yüksekliğinde dikdörtgen küpe benzer bir yapı. Gemi 3 katlı. Gofer ağacı diye kimsenin bilmediği bir ağaçtan yapılmış. İçi dışı ziftle kaplanmış. Yanda dışarıdan kapanan ve haliyle yine dışarıdan açılacak olan (!) bir kapı var (kapı dışardan kapandığına göre kapayan ve sonra da açan kimdi?). Üstte de bir insanın sığabileceği 1 arşın kadar kapaklı bir havalandırma penceresi. Bir de ortada kocaman bir inci asılı olarak duruyor. O da güya aydınlatma görevini üstlenmiş. Şimdi geminin boyutlarını biliyoruz. Bizim bazı aklı evvel Müslümanlar Osmanlının kullandığı arşın ölçüsüyle (1 arşın = 0,68 metre) geminin boyunu 205 metre olarak hesaplıyorlar. Oysa Tevrat’ta kullanılan arşın 0,457 metreye denk geliyor. Geminin ölçülerini Tevrat’tan alıp, bunu Osmanlının arşını ile çarpmayı akıl edebilmek nasıl bir zihin yapısıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bir yerde. Biz haliyle Tevrat’tan alınan gemi ölçülerini yine Tevrat’ta kullanılan arşın ile çarparak metreye çevireceğiz çünkü doğrusu bu. 300 x 0,457 = 137,1 metre boy, 50 z 0,457 = 22,85 metre en, 30 x 0,457 = 13,71 metre yükseklik. Bu durumda 3 katlı geminin en çok brüt 9.398,21 m2 alana sahip olabileceğini biliyoruz. Şunu yuvarlayıp 9400 m2 diyelim. Bunun neti takriben 9000 m2’nin biraz altı olacaktır ama biz 9000 m2 olarak yuvarlayalım. Şimdi de yeryüzündeki tür sayısına dönelim. Son araştırmalar 7-10 milyon arasını gösteriyor, bunun 1,5 milyonu zaten tespit edilip kataloglanmış durumda demiştik. Güzel hatırınız için henüz tespit edilmeyen türleri liste dışı bırakarak kataloglanmış olan 1,5 milyon türe odaklanalım [d9]. Bu 1,5 milyon tür içinde balıkları, mantarları, bitkileri atalım. Geriye 1 milyon kadar tür kalıyor buna böcekler dahil. Eğer elimizde 1 milyon tür varsa, 1.000.000 / 9000 = 111, kabaca 111 tür düşüyor demektir. Evet yanlış duymadınız, metrekareye tam 111 çift (222) canlı düşüyor. Durun henüz bunların 6-7 ay veya 1 yıl boyunca tüketecekleri et, ot, yaprak ve su miktarını eklemedik. Bunların dışkı ve idrarlarının toplanıp boşaltılacağı kanallardan söz etmedik. Ayrıca gemide Tevrat’a göre 8, bazı İslami kaynaklara göre 13 veya 80 kadar insan var. Bunların yatacakları yerlerini, 7 aylık/1 yıllık erzak ve suyunu, tuvaletlerini-banyolarını da hesaba katmadık. Bazı aklı evvel Müslümanlara göre geminin buhar tahrikli olduğunu varsayarsak, bir de buhar kazanı ve kömüre de yer ayırdık mı, metrekareye 300-400 çift (600-800 birey) tür düşmesi kaçınılmaz olacaktır. Yani 1 m2 alanda 600-800 irili ufaklı canlı!.. Unutmayın, sadece 1 fil tek başına en az 10 m2 yer kaplamaktadır ve geride daha 10832 memeli, 19912 kuş, 12398 amfibi ve timsah dahil 16480 sürüngen hayvan vardır. Diğer türleri saymadım bile!.. Evet EN AZ 1 milyon türün 137 m boyunda tahta bir gemiye sığdığına İnandınız mı? Tabii ki inanmadınız. Muhtemelen gemiye yalnızca “yörede” bilinen hayvanların alındığını düşünmeye başladınız. Sağdan saysan 500-1000, soldan saysan 1000-2000 tür bilinen hayvan! Öyleyse bu kadar tür (1 milyon+) Tufandan nasıl kurtuldu?

Evan yaradılışçılar 1 yıl yetecek şekilde gemiye her tür için ağırlıklarının en az 6 (etçiller) katı en çok 30 katı (otçullar) kadar erzak (su hariç) yüklemenin getirdiği paradokstan kurtulmak için tüm hayvanların hibernasyona geçtiğini iddia ettiler. Biyologlar bunu da hesapladı ve hibernasyonla 1 yıl boyunca canlıların hayatta kalamayacağını ortaya çıkardı. Çünkü uykuda dahi olsa canlılar enerji tüketiyordu ve vücutlarındaki mevcut yağ miktarı 1 yıllık metabolik enerji ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. 1 yılı bırakın, 7 ay bile yetmiyordu! Evenların bu yalanı da temiz bir şekilde hibernasyona giren türler gözlenerek (başlangıç kilo – hibernasyon – uyanış kilo) çürütüldü. Kaldı ki tüm bu türler bulundukları yerden Mezopotamya’ya gelene kadar çok meşakkatli bir yolculuk yapmış olmak durumundalar ve gemiye geldiklerinde iyice zayıflamış ve halsiz düşmüş olmaları gerekir. Bu halleriyle girecekleri hibernasyondan asla uyanamazlardı! Kısacası doğada yalnızca çok küçük bir canlı grubu hibernasyon tekniğini kullanır. Diğer tümünün de bu tekniği kullanması ancak mucize ile mümkündür çünkü metabolik, anatomik, fizyolojik ve endokriner olarak vücudun buna uygun olması gerekir. Aksi halde “hadi ben hibernasyona giriyorum” demekle hibernasyona girilemez. Bir kere metabolizmanın endotermik olması gerekir. Hibernasyona girişin de çıkışın da sebebi ve kaynağı ortam sıcaklığıdır. Soğuk olmadan hibernasyona girilmez, ortam ısınmadan da çıkılmaz. Bu yüzden vücut ısılarını kendileri üretip kontrol eden türler hibernasyona giremezler. Bu bir adaptasyon meselesidir ve değişken iklim şartlarına maruz kalan bazı türlerin özelliğidir. Ha bu arada, ayıların kış uykusu hibernasyon değildir.

1 milyon çifti gemiye bir şekilde sığdırdık diyelim… Peki bunların idrar ve dışkılarını kim temizleyecek? Gemide Tevrat’a göre 8, bazı Müslümanlara göre de 13/80 insan var. Hangisi doğru bilmek mümkün değil ama 8 veya 80 kişinin her gün bir milyon çift canlının gıda ve su ihtiyacını karşılaması, dışkılarını temizleyip gemiden tahliye etmesi, hastalıklardan koruması, hasta olanları tedavi etmesi, birbirlerini yemelerini, birbirlerine zarar vermelerini engellemesi, dağ boyunda dalgalarla ceviz kabuğu gibi çalkalanan gemide pelagismin önüne geçilmesi ve canlıların duvardan duvara savrulmasının önlenmesi ne 8 ne de 80 kişinin 1 milyon çift baz alındığında bu kadar canlı ile baş etmesi olası değildir çünkü insan başına 25.000 (veya 250.000) canlı düşmektedir!
Geminin aşması gereken başka sorunları da var bu bağlamda… Mesela her tarafı su girmesin diye kapalı olan gemideki aşırı metan ve CO2 birikmesinin önüne nasıl geçecekler? Geminin her tarafının kapalı olduğunu biliyoruz çünkü o devirde cam yok, pencere yok. Sadece tepede küçücük bir mazgal var ve kapağı da kapalı. Dışarıda ise bir rivayete göre 400 metre bir başkasına göre dağ boyunda dalgalar ve sürekli yağan bir yağmur ve fırtına var. Tasvir bu… Öyleyse bu kapalı kutudaki otoburların yaydığı metan gazından (yalnızca bir çift inek yılda yaklaşık 293 kg metan gazı çıkarır) ve tüm türlerin yaydığı CO2 gazından nasıl kurtuluyorlardı? Yeterince oksijeni nereden sağlıyorlardı?

Gemi Ağrı dağının zirvesine oturduysa 5250 metre yukarıdan aşağıya iniş söz konusu ve ekvator kuşağı hayvanları zirvede sular çekildikten sonra alışık olmadıkları soğukla ve karla karşılaşacaklar. Suların ne hızda çekildiğini, nereye çekildiğini bilmiyoruz. Çekilme aylar sürdüyse bu hayvanlar zirvede ne yedi içti? Tekvinde yağmur dindikten 40 gün sonra karaya çıkılıyor. Demek ki sular 9000 metreden 5200 metreye 40 günde inmiş. Yani 95 m/gün. Öyleyse tüm suların çekilmesi mantıken bir 55 gün daha almış olmalı. Demek ki zirvede 2 ay kadar daha beklemiş olma ihtimalleri yüksek. Öyleyse bu süre zarfında ne yedi-içti bu canlılar? Suların gemi zirveye oturduktan sonra aniden çekildiğini söyleyebilirsiniz. Ama o zaman da neden 9000 metreden 5200 metreye yine aniden değil de 40 günde çekildiğini izah etmek zorundasınız; tabii mucize ipine sarılmayacaksanız!..
Gemi Cudi dağında karaya oturmuşsa benzer sorunlar ama daha hafif bir düzlemde yine karşımıza çıkıyor çünkü rakım 2 km ve 1500 metreden sonra zeytin görülmez!..
Bunların dışında da sorunlar var ama daha fazla uzatmak istemiyorum. Bu bahsi burada kapatıyorum.

Eve Dönüş:
Tüm soruları ustaca yanıtladınız diyelim. Ama durun, işin bir de gemiden tekrar kendi habitatına geri dönme fazı var. Gemi Tevrat’a göre Ağrı dağının zirvesine (5252 m), Kuran’a göre Cudi Dağına (2114 m) oturmuştur. Hangi dağa oturmuş olursa olsun, belli ki gemideki korunmaya alınan türlerin bu noktadan tekrar orijinal habitatlarına geri dönmeleri gerektiği açık bir vakıadır. Burada da karşımıza izahı güç sorular çıkmaktadır. Bir kere Tufan bunların orijinal habitatlarını tamamen bozmuş olmalıdır. Örneğin yağmur ormanlarındaki fıstık ağacından gelen tembel hayvan geriye döndüğünde yağmur ormanlarını bulamayacaktır çünkü Tufan ormanı yok etmiştir! Geriye fıstık ağacı diye bir şey kalmamıştır. Ama durun; Hz. Nuh tüm bitkilerin tohumlarından gemiye almamış mıydı? Bilmiyoruz… Ne Kuran’da ne de Tevrat’ta buna ilişkin bir kayıt yok. Biz tüm tohumları, artık nasıl becerdiyse, gemiye aldığını varsayalım. O halde fıstık ağacını kurtardık diyorsanız çok sevinmeyin. Sorunlar yumağı asıl şimdi başlıyor. Dünyada yaşayan 400.000 kadar bitki türü var [d8]. Bunların hepsinin tohumla çoğalmadığını biliyoruz. 300.000 kadarı tohumla çoğalıyor olsun. Bunları bulundukları yerlere kim dikecek? Kim ekecek bu tohumları? Hz. Nuh tembel hayvanı da yanına katarak Amazon ormanlarının bulunduğu Brezilya’ya gitti ve tahrip olan ormandaki tüm bitkilerin tohumlarını yerli yerine dikti diyelim. Tabii bu arada tembel hayvanımızın üzerinde yaşadığı fıstık ağacını da ekti. İyi de, tembel hayvan bu ağaç büyüyene kadar nerede yaşayacak, hangi meyveyi yiyerek hayatta kalacak? Peki Hz. Nuh Brezilya yolundayken okaliptüs ile yaşayan koala Avustralya’ya gittiğinde ne yapacak? Ortada okaliptüs yok. Hz. Nuh Brezilya’da, Avustralya’ya gelmesi aylar hatta yıllar alır. Bu süre zarfında küçük sevimli koalamız zıkkımın kökünü mü yiyecek? Ya aynı durumdaki binlerce tür? Mesela bambu ekilmesini bekleyen Çinli pandalar? Hz. Nuh hangi birine yetişecek? 300.000 tohumu dünyanın en ücra köşelerine kadar gidip ekmesi ve bu bitki ve ağaçların büyümesi sizce kaç yıl sürer? Bu süre zarfında bu bitkilere muhtaç hayvanlar ne yer, nasıl yaşar?

Sadece 3 hayvanı (tembel hayvan, koala ve panda) ele alsak dahi – ki böyle binlercesi var – Tufan sonrası hayatın beklendiği gibi yeniden yeşeremeyeceği ortada. Tembel hayvan meyvelerle besleniyor ve Amazon’da fıstık ağacında yaşıyor. Panda Çin dağlarında bambu yiyerek yaşıyor. Koala ise Avustralya’da okaliptüs ağacında okaliptüs yaprakları yiyerek yaşıyor. Şu 3 hayvanlı basit mi basit modelde dahi Tufan sonrasına ilişkin dramatik açmazlar Tufanın imkansızlığını ele veriyor. Hz. Nuh önce Güney Amerika’ya giderek fıstık ağacı ve diğer bütün endemik Amazon ormanı ağaçlarının tohumlarını birkaç milyon km2’lik alana ekiyor. Oradan Çin’e geçerek bambu ve diğer tohumları ekiyor. Oradan Avustralya’ya geçiyor, okaliptüs ve diğer tohumları ekiyor. Kendisine yardımcı olacak sınırlı sayıda insanla dahi, ağaçların yetişip büyümesi bekleneceğinden bu 3 hayvanın yaşama şansı kalmıyor. Sadece 3 hayvanlı modelde bile çöken Tufan iddiasının yüzbinlerce türün söz konusu olduğu gerçek hayat şartlarında hiçbir şekilde işlemeyeceği ortada.
Dönüş yolunda başka sorunlar da var. Mesela aslanı ele alalım, Cudi dağından indi, Afrika'ya (mesela Kenya) geri dönüyor. Yolda acıktı. Ne yiyecek bu hayvan? Tam da o sırada onun gibi Kenya’ya dönmekte olan zebra çiftini görüp dişi olanı gözüne kestirdi (Bu esnada Şam civarındalar). Oh afiyet olsun aslan kardeş, karnını doyurdun, sana bir zebra feda olsun. Olsun da zebranın soyunu tükettin a mendebur hayvan! Hadi Şam’da karnını doyurdun, Kenya’ya kadar yol uzun. Zebra en çok 3-4 gün idare eder. Hayır, bana sakın antilop çiftini gördüm deme!.. Aslanın derdi büyük. Ya timsah, kaplan, leopar, jaguar, çita, dingo, vahşi köpek, kuyruksüren, sırtlan, tilki, kurt, çakal, kobra, mamba, boa, piton ve diğer tüm etçiller, hem de binlercesi yuvalarına geri dönerken ne yiyecek? Mesela Sumatra kaplanı Sumatra adasına geri dönerken, feribotla mı dönecek, uçakla mı dönecek? Dönerken ne yiyecek? Japon kızıl tilkisi de aynı dertten mustarip. Keza iguanaları Galapagos takım adalarına kim bıraktı?

İroniyi bırakırsak, tüm bu hayvanlarının doğal yollarla habitatlarına geri dönemeyecekleri, dönseler bile çoğunun orada açlıktan ölmeye mahkum olduğu ve Tufanda gemiye alınan türlerin tamamına yakınının benzer imkansızlıklar nedeniyle yok olup gideceği apaçık ortadadır. Dünyanın dört bir köşesinden sadece o köşeye uyum sağlamış milyonlarca türün Nuh’un Gemisine gidişi nasıl akılla izah edilemezse, bunların görece küçük bir tahta gemiye sığmaları, orada olağanüstü şartlarda en az 6-7 ay ya da 1 yıl geçirmeleri ve sonra eve dönüşleri de akılla izah edilemez. Bunun tek açıklaması mucizedir. Cevabınız buysa, makalenin sonunda oraya döneceğim.

Bitkilere ne oldu:
Kuran’da ve Tevrat’taki ayetler bitkilerden söz etmez. Ancak bazı İslami kaynaklar bazı zayıf hadislere dayanarak gemiye ağaçların ve türlü türlü bitkilerin alındığını söyler (İbn S’ad, Tabakat, c.1 s.25). Yine bir rivayete göre Hz. Nuh gemiye her hayvandan bir çift, her ağaçtan iki çift almıştır (Taberî, 1967, I, 183). Yine Taberi kaynaklı bir hadise göre (Taberî, 1967: I, 185) yeryüzünde gemidekilerden başka hiç bir ruh ve ağaç kalmadığı söylenmektedir. Taberi haklıysa, Hz. Muhammed gemiye her ağaçtan 2 çift alındığını söylemişse durum şudur: Yeryüzünde taksonomi kataloglarına girmiş 65.065 ağaç türü vardır [d13]. Henüz keşfedilmemiş kaç ağaç türü var bilemiyoruz. Hz. Nuh her ağaçtan 2 çift aldıysa 65.000 x 4 = 260.000 ağaç ya da fidan yapar. 2 milyon hayvana ilaveten gemiye bir de 260.000 ağaç alınmıştır! Çeşitli hadislerde yeryüzündeki tüm hayvanların yağmur başlayınca, kendiliğinden Hz. Nuh’a geldiğini yazar. Ağaçlar böyle bir şey yapamayacağına göre Hz. Nuh tüm dünyayı dolaşıp fidan toplamış olmalıdır. Bunu nasıl başardığı bir muammadır. Mucize olmaksızın imkansızdır. Geçelim…

Yeryüzünde yarım milyona yakın ( 400.000+) kataloglanmış bitki türü var. Kataloglanmayanların ne kadar olduğu ise bilinmiyor ama bu sayının çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor. Biz yine kataloglanmış türlere odaklanalım çünkü yukarıda öyle yaptık. 10 milyon hayvan türü yerine 1 milyon kataloglanmış türü baz aldık.

Tufanda gerek Tevrat gerekse bazı hadislerde suların en yüksek dağları bile aştığı ifade edilmektedir. Hatta Tevrat’ta (ve bazı hadislerde) en yüksek dağın zirvesini kaç arşın aştığı dahi belirtilmektedir (Tekvin 7/20). Everest’in zirvesi 8848 m olduğuna göre, bu durumda yeryüzünü yaklaşık 9 km derinliğinde bir su kütlesi kaplamış olmalıdır.

Bu tespiti yaptıktan sonra Tufanın Tevrat’a göre 371 gün, Kuran ve hadislere göre de 6+ veya 7 ay (ortalama 6,5 ay diyelim) sürdüğü de bilinmektedir. Şimdi günümüzdeki okyanuslara dönelim. Günümüzde okyanuslar ışık geçirgenliği açısından 3 bölüme ayrılmaktadır: Euphotoic, dysphotoic ve aphotoic [d10]. Işık bölgesi de denilen ilk 200 metrelik euphotoic zon ışığın ve ticari balıkçılığın olduğu bölgedir. 200 metreden 1000 metreye kadar olan bölgeye alaca karanlık bölge ya da dysphotoic zon denilmektedir. Aslında karanlık olan bu bölgede eser miktarda da olsa fotona rastlanmaktadır. Fakat bu nadir fotonlar fotosenteze elverişli değildir. Bu nedenle 200 metreden sonra fotosentez yapan alglere rastlanmaz. 1000 metreden sonrası ise zifiri karanlık bölgedir ve aphotoic zon olarak bilinir. Bu bölgede hiç ama hiç ışık yoktur. Buradan çıkan sonuç şu: 200 metreden derin suyun altında kalan hiçbir bitki fotosentez yapamaz. Tufan 9 km derinliğinde bir yekpare deniz oluşturdu. Tufan en az 6-7 ay ya da 1 yıl sürdü. Bu süre zarfında fotosentez yapamayan bitkilerin ve ağaçların öleceği ortadadır. İkinci olarak, okyanuslarda deniz suyu sıcaklığı 1000 metreden sonra 4 derece ve altına düşer [d11]. Bu sıcaklıkta tropik ormanların hayatta kalamayacağını öngörmek için dahi olmak gerekmez. Üçüncü olarak, denizlerde, göllerde vb. su basıncı her 10,06 metrede derinlikte 1,01 bar/14,5 psi artar. 9000 metre derinlikte suyun basıncı 905 bara çıkar. Yani 900 atmosfer basınç! Bu basınç altında bitkiler bırakınız yaşamayı, şekillerini koruyamazlar. Dördüncü olarak, dini kaynaklarda tasvir edilen Tufan anı dev dalgalar, anaforlar, yanardağlar, fırtınalar ve depremler içeren muazzam kaotik bir andır. Bu kaotik anda deniz dibi beşik gibi çalkalanıyor olmalıdır. Sonuçta tüm bu kıyamet sona erdiğinde dev akıntıların kaldırdığı çamur ve tortu tabakası yüzlerce metre bir kalınlıkla tabana çökmüş (sedimantasyon) olması gerekir. Yani yeryüzündeki bitki örtüsü Tufan bittiğinde yüzlerce metre çamur ve toprak altında kalmış olmalıdır. Bitkilerin hepsinin böyle bir durumda öleceği, bu kalın sedimantif toprak katmanı altında kalan bitki tohumlarının yeniden filizlenip yüzeye ulaşamayacağı bariz bir olgudur. Son olarak, %1 veya daha fazla tuzlu suya maruz kalan bitkiler ozmos yoluyla su kaybederek ölürler.

Bitkilerde döllenme:
·   Hayvan sindirimiyle büyüyen/döllenen tohumlar:
Bazı bitkilerin tohumları hayvanların sindirim sistemini ve dışkısını üreme için kullanır. Tavşanlar, sincaplar hatta koyun ve keçi türevleri iyi birer adaydırlar ancak tek aday değildirler. Otobur sınıfından başka hayvanlar da bu döllenme yöntemi için bir adaydır. Bu yolla gerçekleşen bitki döllenmesine “endozoochory” denmektedir. Yeryüzünde bu yöntemi döllenmek ve çoğalmak için kullanan hatırı sayılır miktarda bitki türü vardır. Hayvanın dışkısı filizlenme için iyi bir ortam oluşturmaktadır, filizlenen tohum daha sonra toprağa kök salar. Öyleyse sorumuz şu: Yeryüzünden tüm hayvanları silip yalnızca birer çift bıraktığında, bu yöntemi kullanan türlere ait yüz milyonlarca hatta milyarlarca bitki nasıl üreyip çoğalacak? Tufandan sonra doğal olarak bu türlerin yok olması gerekiyordu. Varlıklarını o halde nasıl izah ederiz?

· Ateş ile büyüyen/döllenen tohumlar
Evet, bazı bitkiler üreyip çoğalmak için ateşe muhtaç! Sierra çamı bunlardan biri [d12]. Bazı okaliptüs türleri ile Banksia familyası da üreme için ateşe muhtaç olanlardan. Sierra çamı örneğinden gidersek, çamın tohumu ya da çekirdeği çam sakızı ile kaplı bir kozalak içinde bulunuyor. Çam sakızı ancak ateş altında eriyerek çekirdeğin ortaya çıkmasına imkan tanıyor. Aksi halde çekirdek çam sakızı rezini ile kaplı kozalağın içinde hapis kalarak döllenemiyor. Filizlenmesi için bir yangın çıkması ve kozalağın yangın içinde kalarak kaplı olduğu rezin tabakasından kurtulması gerekiyor. Avustralya, ABD Teksas ve Arizona gibi yerler çalılık alanlarda sık sık yangın çıkan, çıkmaya müsait olan coğrafyalar. Bu bitkiler de ağırlıklı olarak zaten bu coğrafyaları mesken tutmuş durumda. Soru şu: Tufanda yeryüzü 7 ay ya da 1 yıl su altında kaldı. Haliyle tüm bitkiler öldü. Yaradılışçı iddia şu ki, tohumları ve çekirdekleri sular çekilince bir sonraki yıl ürün verebilir. Burada göz ardı edilen Tufan sedimantasyonu. Sedimantasyon yüzünden sular çekilince tüm çekirdek ve tohumlar çökelti toprağı altında kalmış olacak. Belli bir kısmı yüzeye yakın toprağa gömülmüşse filizlenip yüzeye çıkabilir ama örneğin Sierra çamının kozalağı toprak altında ateş görmeyeceği için asla filizlenemeyecektir. O halde günümüzde bu ateş canavarı bitki türleri nasıl varlıklarını hala sürdürüyorlar?

· Tufan esnasındaki tohumların yüzlerce metre çamur altına gömülecek olması nedeniyle büyüyememesi.

Bu konudan söz etmiştik. Yeniden gündeme getirmemin nedeni önemi. Hz. Nuh – artık ne kadarını yanına alabildiyse – tohum ve çekirdekleri yanına almadığı sürece yeryüzündeki bitkilerin tümünün yok olmuş olması gerekir. Su altında kalan bitkilerin yine su altında kalan tohum ve çekirdekleri 1 yıl çok yüksek basınçlı su içinde kalmaktan zarar görmeden kurtulmuş olsalar dahi, Tufan suları çekildiğinde, Tufanın suyun içinde havalandırdığı yüzlerce metre torak altında kalarak döllenme ve filizlenme imkanı bulamayacakları malum bir olgu. Peki Hz. Nuh yanına tohum aldı mı? Ne Kuran ne de Tevrat’ta Yaradan Hz. Nuh’a yanına bitkilerden tohum al demiyor. Evet, balıklar ve bitkilerin Tufan öyküsünde yeri yok. Demiş olsa bile, tohumsuz döllenen bitkiler ne olacak?

·  Bazı bitkilerin tohumsuz çoğalması.
Çiçeği olmayan, çiçek açmayan tüm bitkiler bu gruptadır. Tohum veya çekirdeğin oluşma yeri çiçektir. Çiçek olmayınca tohum da olmaz. Bunlar gözle görülmeyen veya çok güç görülen sporlarla çoğalırlar. Bu grup bitkiler arasında mantarlar, algler, su ve kara yosunları, likenler, eğrelti otları, ciğer otu, kibrit otu, at kuyruğu gibi binlerce tür bulunur. Hz. Nuh bir mucizeyle başarıp da tohumlu bitkilerin tohumlarını yanına almış olsa bile, bu tohumsuz bitkiler ne olacak? Onlar nasıl günümüzde hala yaşıyorlar?

· Gemiye alınan tohumların bazılarının 1 yıldan kısa sürede açması.
Koni çiçeği, Sedum, Sibirya İrisi, İberide, Begonya, Japon Gümüş otu gibi pek çok çiçek türü yıl boyunca defalarca çiçeklenirler. Bunların tohumlarını alırsanız açmaya çalışırlar ve gemide güneş görmedikleri      için çabucak ölürler. Bir şekilde güneş görseler bile (ki geminin Tevrat’taki tarifine göre mümkün değil) bir saksıya dikmeniz ve sulamanız gerekir. Böyle yüzlerce çiçek türü var. Bunlar Tufandan nasıl sağ çıktı?

Özetlersek; Tufanda tüm bitki örtüsü yeryüzünden silinmiş olmalıdır. Hz. Nuh tüm bu bitkilerin tohumlarını almadıysa (ki zaten alamaz çünkü birçok bitki yukarıda gördüğümüz gibi tohumla değil, başka yollarla çoğalır) bugün yeryüzünde bitki olmaması gerekiyor. Aldıysa;
a) Bunları tüm dünyadan nasıl topladı?
b) bugün tohumsuz üreyen bitkiler nereden geldi?
c) Hz. Nuh tüm bu tohumları (300-400 bin) ne ara dünyanın dört bir köşesine ekti?
d) 300-400 bin tohumu hiç karıştırmadan tek tek hangisinin nereye ekileceğini nereden biliyordu?
e) Bir şekilde bunları başardıysa bile bitkiler özellikle ağaçlar olgunlaşıp meyve vermeye başlayana kadar yıllar geçmiş olmalı. O halde bu ağaçlara ve meyvelerine bağımlı olan hayvanlar o süre zarfında nasıl hayatta kaldı?
f) Otçul hayvanlar gemiden indikten sonra hangi otları bulup da yedi?

Kaldı ki ilahi kaynaklarda hayvanların alındığı açıkça yazdığı halde birkaç zayıf rivayet dışında  bitkilerden hiç söz edilmemesi bitki tohumlarının gemiye alınmadığını gösterir (alınsa bile on binlerce ağaç ve yarım milyon kadar bitki türünün gemiye sığmayacağı aşikardır). O halde günümüzdeki - tohumlu veya tohumsuz - bitkiler, ormanlar nereden geldi?

Genetik hastalıklar:
Biliyorsunuz genetik hastalıklar kalıtsaldır, ebeveynlerden ve onlara da atalardan geçer. Günümüzde mesela salt kedilerde bile onlarca, belki de yüzün üzerinde genetik rahatsızlık vardır. Bu genetik rahatsızlıkların günümüzde var olabilmesi için gemiye alınan kedi çiftinin tüm bu genetik rahatsızlıkları taşıyor olması gerekir. Ancak bir sorun var, bu hastalıkların bir kısmı ölümcüldür ve daha üreme çağına gelemeden taşıyan kediyi ölüme sürükler (örn. Sandhoff hastalığı). Öyleyse gemideki kedi çifti tüm bu genetik rahatsızlıkları taşıyor olamaz. Zaten bu istatistiki olarak hemen hemen sıfır olasılık dahilinde bir durumdur. Öyleyse günümüzde kedilerde görülen ölümcül genetik hastalıklar nereden geldi? Olayı yalnızca kediler olarak almayın, Kedi tüm türleri temsilen seçilmiş bir örnek yalnızca. Koyundan, tavuğa, köpekten, eşeğe tüm türler için bu muamma bir açıklama bekliyor Nuh Tufanı savunucularından…

Ağaç halkaları:
Bilirsiniz ağaç yaş halkalarından pek çok şey öğreniyoruz. Her halka içinde büyüdüğü yılın iklim ve atmosfer şartlarını bize anlatan çok değerli veriler içeriyor. Yeryüzündeki en yaşlı ağaçlar olan Kaliforniya çamları (Pinus longaeva ve Pinus aristata) ki en yaşlısı 5.062 yaşındadır [d14], bize yaşamları boyunca bir tufanla karşılaşmadıklarını söylüyor. Keza fosil ağaçları incelediğimizde de yine bir Tufan izine rastlayamıyoruz.

İncir ağacı:
İncir ağacını diğer ağaçlardan ayıran temel özelliği, dişi incirlerin döllenmesi için erkek incirlerden polenlerin bir sinek (Blastophaga psenes) yardımı ile taşınmasıyla gerçekleşen türlerden olmasıdır [d15].  Bu sinek türü olmaksızın incir ağacının çoğu türünde rüzgar yoluyla döllenme mümkün değildir.  Şimdi biraz hayal kuralım ve yeryüzündeki on milyonlarca incir ağacının her nasıl olduysa (mucize) bir şekilde Everest'i aşan Tufan sularından salimen kurtulduğunu varsayalım. Tufan 1 yıl veya 7 ay sürdü, sular çekildi. 9 km tuzlu suyun dibindeki incir ağaçları hiç bir şey olmamış gibi tekrar ortaya çıktılar ve çiçek açtılar. İyi de, elimizde sadece "bir çift" Blastophaga psenes sineği var çünkü gemiye sadece 1 çift alındı (bu arada bu sinek türü sadece incir ağacında yaşar ve bu nedenle incir sineği olarak bilinir ama bu küçük ayrıntıyı görmezden gelelim). Şimdi; elimizde on milyonlarca incir ağacı ve onları döllemekle mükellef sadece ve sadece bir çift sinek var!  Bu durumda on milyonlarca incir ağacının onlarca yıl mevye vermemesi ve soyunun giderek tükenmeye yüz tutması gerekiyor ama bunu tarihi kayıtlarda göremiyoruz. Demek ki eski insanlar bunu hiç önemsememişler. Oysa tarihçiler bize sürekli incirin insalık tarihindeki öneminden dem vururlar. Bir de tersini düşünelim. İncir ağacı bu sineğe muhtaç olduğu gibi, sinek de incir ağacına muhtaç. Aralarında simbiyotik bir yaşam döngüsü var çümkü.  Eğer tüm incir ağaçları Tufanda yok olduysa ve Hz. Nuh gemiye aldığı incir tohumlarını sonra tekrar Aydın'a gidip ektiyse, incirler büyüyüp nektar verene kadar yıllar geçecek ve bu esnada gemiye aldığımız bir çift Blastophaga psenes sineği haliyle ölecek. Onlar ölünce incir çiçeklerini kim dölleyecek? Döllenemeyen incir soyunu nasıl sürdürecek? Neyseki bugün  on milyonlarca incir ağacı ve üzerinde yine on milynlarca Blastophaga psenes sineği bu paradokstan habersiz yaşamını sürdürüyor.
Not: Bu sineklerin ömrünün günler ya da  birkaç haftayla sınırılı olduğunu söylemeyi unutmuşum (!)

Vesaire…

  • Suda yaşayan canlılara ne oldu? Milyonlarca çeşit canlıya karışmadı mı?
  • Gemiye ulaşmak için okyanusları aşmak zorunda olan türler okyanus yırtıcılarını (köpek balığı, katil balina, yunus vb.) nasıl aştı?
  • Böcek familyasının içinde olup yaşamları 1-2 hafta süren ve bu süre içerisinde yumurtasını toprağa, yaprağa, konağa bırakması gereken böcek türlerine ne oldu?
  • Bazı parazitler konak olarak bazı hayvanları seçer. Hz. Nuh Gemisine aldığı hayvanlarda bu parazitlerin bulunmasına dikkat etti mi? Etmediyse bu parazitler daha sonra mı yaratıldı? Yani koca bir parazit familyası gemiye diğer hayvanların vücutlarında mı alındı? Eğer öyleyse bu hayvanların tümü nasıl hayatta kaldı?
  • Binin üzerinde türü olan ve birer çift olarak gemiye alınan kemirgenler gemiyi kemirmedi mi? Kemirmediyse neyi kemirdi bu (adı üstünde) kemirgenler?
  • Sular çekilinceye kadar hayvanlar ne yiyip içtiler? Etobur aslanlar, kaplanlar, kurtlar ne yediler? Örümcekler ağlarını nereye ördüler nasıl böcek yakaladılar?
  • Meyve sinekleri, kurtları bu süre içerisinde ne yaptılar? Örneğin incir sineği ne yaptı?
  • Iguanaları Galapagos adalarına kim bıraktı?
  • Gemide hiçbir hayvan hastalanıp ölmediğine göre – çünkü türleri devam ediyor – günümüzde hayvanları öldüren ölümcül mikroplar Tufandan sonra nereden geldi?

Bölüm Özeti
Liste uzar gider ama tadında bırakmak gerek. Aslına bakarsanız milyonlarca türün her birini tek tek ele aldığınızda, yukarıda dile getirilen açmazlar yineleniyor. Ekosistem yalnızca nitel olarak değil, nicel olarak da bir bütünlük arz ediyor. Yalnızca bir çift meyve sineği ile milyonlarca meyve ağacını dölleyemeyeceğiniz ortada. Milyonlarca ağaç milyonlarca meyve sineği gerektiriyor. Bir çift aslanın hayatta kalması için bir çift antilop yetmiyor. Kral kelebeğinin tırtılken yediği zehirli bir yaprak türünün ağacını Tufan ile yok ettiğinizde, aslında kral kelebeğini de yok ediyorsunuz. Yalnızca çayır köpekleri ile beslenen kara ayaklı yaban gelinciğini bir çift çayır köpeği ile baş başa bırakırsanız her iki türün de sonunu getirirsiniz. Bu nedenle ekosistem yalnızca türlere değil, onların popülasyonlarına da bağlıdır. Tüm popülasyonları bir afet ile yok ettiğinizde, eski ekosistemin aynısını türlerden birer çift alarak yeniden kuramazsınız. Ya ekosistem bir daha kurulamaz ya da bambaşka bir ekosistem ile karşılaşırsınız. Yeryüzündeki tüm türlerden birer çift alıp onlarla yeniden canlılar alemini kurmak, biyolojinin “b”sinden bihaber bir rabbinin uydurması olabilir ancak. Günümüz bilimi ve teknolojisi ile yeryüzündeki hayatın tamamlayıcı ve kapsayıcı yapısını bugün çok iyi görebiliyoruz ve bir kez daha ama bu kez biyoloji eliyle Tufan söylencesinin gerçek dışılığını gözler önüne serebiliyoruz. 



DİNİ BULGULAR

Dini bulgular başlığı altında hem Tevrat hem de Kuran’daki ayetler ve hadisler üzerinden birlikte veya ayrı ayrı değerlendirme yapılmıştır. Mümkün olduğunca hangi kaynaktan söz edildiği belirtilmiş olsa da gözden kaçan durumlar olabileceğinden, bu hususu dikkate almanız önemlidir. Burada konular kendi içinde bir bütünlük arz etmediği için başlıklar halinde ele alınmak yerine madde madde gidilmiştir.

· Hz. Nuh gemiden indikten sonra “temiz sayılan hayvanların ve kuşların hepsinden” kurban ediyor (Tekvin 8/20). Kurban edilen hayvanların soyu tüketilecekse, neden gemiye alındılar? Bunlar gemiye birer çift olarak alınmamış mıydı?

· Domuz eti hem Yahudilerde hem de Müslümanlarda haram. O halde gemiye neden alındılar?

· Bir dizi hadise göre (İbni Mace 3231, Buhari 7/3150, Ahmed bin Hanbel) kertenkele öldürülmesi gerekli bir hayvan. Bu hadisler doğruysa kertenkele gemiye neden alındı? Hadislere göre bütün hayvanlar Hz. İbrahim için yakılan ateşi söndürmeye çalışırken kertenkele üfleyerek aksine ateşi körüklemiştir. Dolayısıyla Hz. Nuh, Hz. İbrahim’den önce yaşadığı için bu olay Tufandan sonra vuku buldu denilebilir ama Allah daha Tufan esnasında kertenkelenin ateşi üfleyeceğini biliyordu, neden gemiye aldı? Gemiye almayı bırak, neden yarattı? Absürtlüğün bir diğer boyutu bu kertenkele hangi kertenkele? Eğer tüm kertenkeleler gelip ateşe üflemediyse, içlerinden biri ya da birkaçı bunu yapmış olmalı. O halde neden sadece bu kertenkele(ler) öldürülmedi de, olayla ilgisi bulunmayan tüm kertenkeleler hedef alınıyor? Yok, tüm kertenkeleler dünyanın dört bir yanından gelip ateşe üflediyse, dünyanın dört bir köşesinden salimen gelmeyi başaran on milyonlarca kertenkele aynı anda ateşe üflemeyi nasıl başardı? Böyle kitlesel bir ateşe üfleme ayinini hayal edebiliyor musunuz? Milyonlarca kertenkele üst üste yığılmış ortada yanan küçük bir ateşi körüklemeye çalışıyor. Ayrıca kertenkelenin her tarafı üfleme olsa ne olacak anlamış değilim. Absürtlüğün en son boyutu ise bir kertenkelenin iradesinin olması! Hani hayvanların iradesi yoktu ve bu yüzden sınava tabii değildiler?.. Kendi iradeleri (zişuur)  olmadığına göre Alla'ın iradesiyle hareket ettikleri bariz olan bu hayvanları sorumlu olmadıkları eylemlerinden dolayı günahkar ilan edip ölümle cezalandırmaya kalkışmayı nasıl açıklarız?  Bu fantastik öykü neresinden tutsan elinde kalıyor!..

· "Beş tür hayvan "fasık"dır ki, Mekke'nin harem bölgesinde de öldürülebilir. Bunlar; fare, akrep, karga, çaylak ve yırtıcı köpektir."  (Buhârî, Bedu'l-halk, 16; Müslim, Hac, 9: 66-72). Bu hadisin muhtelif açıklamalarında “yırtıcı köpek” ile kast edilenin aslan, kaplan, sırtlan, kurt gibi tüm yırtıcı hayvanlar olduğu belirtilmektedir. Bu hayvanlar “fasık” ise yani yoldan çıkmışsa (günahkarsa), neden Nuh’un Gemisine alınmışlardır? Bunlar Nuh zamanında yoldan çıkmamış ama çok sonra yoldan çıkmışlarsa, tarihi kayıtlarda konu hayvanların davranış değişikliklerine ilişkin bilgiler neden yoktur? Bir hayvanın fasık olması, yoldan çıkması, günahkar olması ne demektir? Örneğin karga ya da çaylak ne yapmıştır da yoldan çıkmıştır (kuşkusuz karganın Nuh Tufanı nedeniyle fasık ilan edildiğini söyleyen ama İslam aydınlarının kahir ekseriyetince israiliyat kabul edilen hadisler de vardır)? Karga hırsızlık yaptığı için yoldan çıkmışsa saka kuşu da kedi de hırsızlığın alasını yapıyor ama kedi Hz. Muhammed’in nezdinde en muteber, nerdeyse cennetlik hayvandır. Hatta Hz. Muhammed’in Müezza adında bir kedisinin olduğu rivayet edilir (Not: Benim de iki kedim var). Peki bu hayvanlar nasıl yoldan çıktı? Hani bunların iradeleri yoktu? Eğer iradeleri var ise neden bizim gibi sınava tabii değildirler? İradeleri yoksa nasıl yoldan çıkmışlardır? Hem hani hayvanlar "haşir meydanında"  haklarını alıp ödeştikten sonra toprak olacak, bu dünyada hesap sorulmayacaktı? Evet, bu hadis sahih midir? Değilse hangi hadisler sahihtir? Neye göre belirleniyor? Bu hadis sünnetin en sağlam kaynaklarından Kütüb-ü Sittede yer alan en önemli 2 muhadisten alınmadır. Soruya dönersek, fasık olan bu hayvanlar neden Nuh’un Gemisine alındı? İnsan günahkarlar ve diğer tüm canlılar Tufanda yok edilirken, bu 5 günahkar hayvan türü neden gemiye alındı?

· Tekvin 6: 5-8’de Tanrı’nın insanları yarattığından pişman olduğu söz edilir. Evet Tanrı bildiğiniz “pişman” olmuştur! Her şeyi bilen, her şeye muktedir, kusursuz ve eksiksiz, zamana ve mekana aşkın Tanrı nasıl pişman olur? Tanrı’nın pişman olması yanlış yaptığının farkına varması ve bunu kabullenmesiyle mümkündür. Sonsuz bilge ve sonsuz erke sahip bir varlık nasıl yanlış yapar? Kuşkusuz Müslümanlar bu ayeti kabul etmeyeceklerdir ama nedense ayetin geri kalan kısımlarında anlatılan çoğu şeyi kabul etmektedirler. Kabul etmedikleri kısımlar Kuranla çelişen kısımlardır. Kuranla ve akılla çelişmeyen kısımlarına ise itiraz etmezler. Mesela geminin boyutları için Tekvinde verilen ölçülere bir itirazları yoktur. Buradaki sıkıntı şu: Tekvindeki Tufan öyküsünün neden sadece kabul etmedikleri kısımlarının değiştiğini ama diğer kısımlarının değişmediğini, değişikliklerin neye göre yapıldığını, neden o değişikliklerin yapılıp ayetlerin gerisinin değiştirilmediğini izah edecek bir modelleri yoktur. Bu da Tevrat değiştirildi iddialarının samimi olmadığına, bir veriye veya makul bir sebebe dayanmadığına işaret eder. Evet, Tevrat’ı değiştirenler, neden sadece Müslümanların değiştirildi dedikleri kısımları değiştirip, diğer kısımları değiştirmeden bırakmışlardır ve bundaki muratları nedir?

· Tekvin 6/19’da gemiye her canlıdan bir çift al derken 7/2-3’de temiz sayılan hayvanlardan 7 çift, diğerlerinden bir çift al diyor. Bir ayet hemen birkaç ayet sonra bir  başka ayet tarafından yalanlanıyor ya da düzeltiliyor. Hangisi doğru?

· "Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (Zilzâl Suresi, 99/7-8);
"Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey (alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)." (Fâtır Suresi, 35/18).
"De ki; Âllah'a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz." (Nûr Suresi, 24/54);
"Ey iman edenler! Rabbınıza karşı gelmekten sakının! Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun!..." (Lokman Suresi, 31/33)
“Yoksa, "Bunu o kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam sorumluluğu bana aittir. Fakat benim sizin işlediğiniz günahtan sorumluluğum yoktur." (Hud, 35)
Her ne kadar Nahl/25’de aksi bir durum söz konusuysa da yukarıdaki ayetler suçların ve günahların kişisel olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. İstisnalar bir yana (e1) sevabın ve günahın kişiselliği İslamiyet'in esaslarındandır. O halde soru şu: Allah insanları yoldan saptıkları ve kötülüğe battıkları için Tufan ile yok etmeye karar veriyor. İyi, güzel; tamam da rahimdeki embriyoyu, karındaki bebeği, henüz bilinci dahi oluşmamış 1-2 yaşında çocukları, iradesi olmayan ve dolayısıyla iyilik ya da kötülükle ilişkilendirilemeyecek hayvanları ve hatta tümüyle zararsız bitkileri sırf yetişkin insanlar (özellikle erkekler) kötülüğe, şirke saptı diye yeryüzünden silmeye kalkışmanın “suçun kişiselliği” ilkesiyle bağdaştığı söylenebilir mi? Yetişkin insanlara kızıp onların bebeklerini, günahsız çocuklarını, konuyla hiç ilgisi bulunmayan hayvanları ve bitkileri yok etmek “kadir-i mutlak” ve “rahman ve rahim” olan Yaradan fikriyle nasıl bağdaştırılabilir?
Ayrıca Tevrat’ta Tanrı’nın insanlara kızdığından ve bu nedenle gazaba gelip Tufanı yarattığı söylenir. İyi ama Tanrı’nın kızması ne demektir? Kusursuz, mükemmel ve eksiksiz gibi sıfatlarla tanımlanan bir varlığın “kızmak” gibi bayağı (ve kusursuz bir varlığı alçaltıcı) bir duyguya sahip olması, üstelik bu insanların yoldan çıkacağını önceden bildiği halde sanki şimdi öğrenmiş gibi kızması ona yukarıda atfedilen hangi sıfatıyla örtüşmektedir? Daha da ileriye giderek Tanrının basbayağı insani ve hayvanlarla aynı duyguya sahip olmasını nasıl açıklarız?
İslami kaynaklarda ise (Hud 25-49, Müminün 23/26-27, Nuh 71/26-27, Şuara 26/117-118, Kamer 54/10 ve ilgili hadisler) Allah’ın Nuh peygambere, artık boşuna uğraşmamasını, bundan sonra iman eden azınlık hariç kavminden kimsenin artık Allah’a iman etmeyeceğini bildiriyor ve Nuh Allah’tan kavminin helak edilmesini talep ediyor! (Yanlış okumadınız, bir peygamber Allah’tan tüm kavmini yok etmesini istiyor [e2]) Soykırım ve katliam isteyen bir peygamber fikrini içine sindirme güçlüğünü bir kenara bırakıp bir başka çelişkiye odaklanalım. Allah Hz. Nuh’a bundan sonra kavminden kimsenin iman etmeyeceğini bildiriyor. Demek ki, Tufanda boğulan bebekler ve çocuklar yaşasaydı iman etmeyeceklerdi ve cehenneme gideceklerdi ama Tufanda boğularak - birkaç rivayete (Buhari - 2, E. Nuaym) göre - cennete gittiler, hem de iman etmeyecekleri bilindiği halde! Esasen ben işin bu kısmında değilim, işin bu kısmına girersek İslamiyet adına utanç verici başka rivayetlerle karşılaşırız. Aklıma geldi bunu bir dip not olarak belirttim. Benim açımdan esas sıkıntı Nuh Tufanı bir ceza ise (Tufan gerçekten bir ceza mıdır? Öyleyse denizde, suda vb. boğulan herkes cezalandırılmakta mıdır?) henüz akıl baliğ olmamış çocuklar ve bebekler ile insanların şirk koşmasında zerrece sorumluluğu bulunmayan hayvanlar ve bitkiler neden helak edilmiştir? Ya da hamile kadınlar neden helak edilmiştir… Haydi bebekleri, çocukları, hamile kadınları bir yana bırakalım ve şu gerçeğe odaklanalım: İslamiyette hayvanlara eziyet ve zulüm büyük günahtır.  "Hayvanlara yapılan zulüm insanlara yapılan zulümden daha günah ve azabı da daha ağırdır. Zira helalleşme ve müsamahasını alma imkanı yoktur" (Muhammed Said Burhani, et-Ta'likat el-Merdiyye ala el- Hediyyetilalaiyye, s.466). Madem durum bu, madem “haksız olarak bir serçeyi öldürenden kıyamet gününde hesap soracağını” söyleyen (Ebu Davud 2/11), hayvanlara eziyeti, haksız ve sebepsiz yere öldürmeyi müminlerine yasaklayan, hayvanlara şefkat emreden ve "kedisini hapsederek açlıktan ölmesine sebep olan kadının, cehennemde bir kedi tarafından tırmalanmak sûretiyle azâba mâruz bırakılacağını..." (Buhari, Bed'u'l-Halk 16, Cezâ'u's-Sayd 7; Müslim, Hacc 66-67; Muvatta, Hacc 90; Tirmizi, Hacc 21; Nesai, Hacc 113).söyleyen Allah, neden tüm hayvanları ve bitkileri haksız ve sebepsiz yere yok etmiştir? Allah'ın hiç bir şeyi israf etmediği dile getirilir. Öyleyse bu israf neden? Mantıklı açıklaması olan dindar birini açıkçası dinlemek isterim.

· İslami çevrelerde Tufan globaldi-lokaldi tartışması var. Kimi Hz. Nuh’un tüm insanlığa değil, yalnızca kavmine gönderildiğini ve kavmiyle sınırlı diğer ayetleri delil göstererek Tufan lokaldi, diyorlar. Aslında bu tartışmalar beyhude ve bilgisizlikten kaynaklanıyor. Bir kere geminin Cudi dağının zirvesine oturduğunu kabul ettiğinizde, EN AZ 2000 metrenin altında kalan her yerin de su altında kaldığını kabul ediyorsunuz demektir ki gemi oraya oturmadan önce sular daha da yüksek olmalıdır. Lokal olduğunu savlayanlar Tufanın Irak’taki Küfe civarından Lut gölüne kadar olan alanda vuku bulduğunu söylüyorlar ama bu teknik olarak imkansız. Türkiye’de 2200 m ile Ardahan dışında ve Avrupa’da İsviçre ve Alp köyleri vb. dışında2000 metrenin üzerinde yerleşim yok örneğin. Himalayalar, Afganistan ve Peru vb. gibi birkaç yer dışında da dünyada 2000 metrenin üzerinde kayda değer büyüklükte insan yerleşimi yoktur. Kaldı ki gemi sular çekilmeye başladıktan sonra Cudi dağına oturmuştur. Demek ki sular Tufan esnasında 2000 metrenin hayli üzerindeydi. En kötü ihtimalle 6 veya 7 km kabul etmek gerekir çünkü sadece Anadolu’da dahi 3000 metre ve üzerinde 18 dağ vardır. 2000 metrenin üzerinde ise tüm dünyada bine yakın dağ vardır. Kuran’a göre geminin en az 190 gün (6+ ay), hadislere göre 7 ay (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı 1. cilt, 2992) oradan oraya sürüklendiği düşünülürse, 2000 metre suyla karakterize bir tufanda geminin Cudi’den çok önce çok daha geniş yüzey alanları nedeniyle bunlardan birine denk gelmesi gerekirdi. Hud suresine bakarak, Gemi Allah’ın kontrolündeydi, o yönetiyordu, diyebilirsiniz ama bu defa da “düz ova dururken neden dağın tepesine oturttu” sorusuna yol açarsınız. Ayrıca hadislerde dağ büyüklüğünde dalgalardan söz edilmektedir. Lokal bir tufanda dağ boyunda dalganın işi ne? Hem madem tufan lokaldi, gemiye hayvan almaya ne gerek vardı? Dahası gemiye ne gerek vardı? Hz. Nuh ve yakınlarına “burayı terk edin (mesela kuzeye) birkaç ay yolculuk yapın, ben burada tufan yapacağım” diyebilirdi. Nitekim Ad, Ress, Semud (Mü’min 31) ve Lut kavmini yakıp yıkarken dünyanın geri kalanına dokunmamış, Hz. Lut’u uyarıp gazaptan kaçmasını sağlamış, Hz. Hud’u ise bilmediğimiz bir şekilde gazaptan korumuştur (Araf, 7/22). Tüm bu olguların ışığında Kuran’da tasvir edilen Tufanın lokal olması mümkün değildir. Cudi dağının tepesine oturan bir gemi “en az” 2114 rakımın altında kalan her yerin suyun altında kaldığının zaten açık ispatıdır. Tufanın lokal olabilmesi için geminin Kuran’da belirtildiği gibi Cudi ya da yüksek bir dağa değil, pek pek 50-100 metre yüksekliğindeki alçak bir tepeye oturmuş olması gerekir ki su baskını lokal kalabilsin! O zaman da geminin şimdiye kadar defalarca bulunmuş olması lazım gelirdi. Kaldı ki, Tufan kıssası Kuran’da (Nisa, En’am, Araf, Tevbe, Yunus, Hud, İbrahim, İsra, Meryem, Enbiya, Hac, Mü’minun, Şara, Ankebut, Ahzab, Saffat, Sad, Mü’min, Şura, Kaf, Zariyat, Necm, Kamer, Hadid, Tahrim ve Nuh sureleri) tam 26 surede geçmektedir (farklı ayetlerde hep aynı şeyler defalarca anlatılıyor) 114 sureli bir kitabın 26 suresinde, neredeyse %25’inde geçen bir kıssadan söz ediyoruz. Öyleyse bu nasıl lokal bir tufan?

· Kamer 54/14-15-16’da “And olsun ki ibret olarak gemiyi bıraktık…” yazar. Aynı iddia Ankebut 15'te de tekrarlanmaktadır. Kuran’a göre gemi Cudi dağına oturmuş ve ibret olarak (herkes görsün, ibret alsın diye) orada bırakılmıştır. Günümüz teknolojisi ile Cudi dağı olsun, Ağrı dağı olsun karış karış uzaydan ve havadan taranabilmektedir. Ayrıca neredeyse binlerce kere bu dağların zirvelerine çıkılmıştır. Üstelik Cudi 2114 metre yüksekliği ile öyle devasa, zirvesi sürekli kar altında olan bir dağ da değildir. Kışın karlıdır, yazın karlar hemen tamamen erimektedir. İnternetten yaz ve kış resimlerine bakabilirsiniz. Bazı kaşifler de Cudi dağında Nuh’un Gemisini aramış ama birkaç asılsız girişim dışında bu konuda hiç yol alınamamıştır. Zaten Kamer  ve Ankebut suresindeki ifade açık bir şekilde geminin ibret için korunacağını ifade ediyor. O nedenle çok az bozulmuş durumda 140 metre boyunda 3 katlı bir gemi bulunması gerekiyor. Neye ait olduğu kesin bilinemeyen birkaç tahta parçasının Kamer 16 ve Ankebut 15’in iddiasını kanıtlamayacağı açık. Buna rağmen bugüne kadar gemiye ait olduğu bariz belli olan hiçbir kalıntı Cudi dağında bulunamamıştır. Zaten ben bilerek aranmadığını, bulunamaması halinde Kuran’ın yanlış söylediğinin belgeleneceği bilindiği için bundan kaçınıldığını düşünüyorum. Aksi halde 140 metre boyunda 23 metre eninde 14 (5 katlı apartman) metre yüksekliğinde bir gemiyi günümüz teknolojisi ile bulmak, hatta Google Earth üzerinde görmek çok kolay olmalıydı. Evet nerede bu gemi? Eski tarihlerden günümüze tahtadan bir gemi kalmaz derseniz; birincisi, Kamer 16’ya ne diyeceğiz? O, “kalır” diyor, “ben koruyorum” diyor… İkincisi, elimizde en eskisi 4500 yıllık Mısır’da bulunan Khufu Gemisi olmak üzere yüzlerce antik gemi kalıntısı var. Demek ki 4500 yıl sonra bile bir gemiye ulaşılabiliyor. Nuh’un Gemisi de iddia edildiği üzere en az bu kadar yaşlı olmalı. Öyleyse Kuran’dan sonraki 1400 yıldır Cudi dağına çıkan veya orada yaşayan on binlerce insan neden Nuh’un Gemisini göremedi? Kuşkusuz “Cudi” sözcüğünün Arapçada yüksek dağ anlamına geldiği, özel isim olmayabileceği söylenebilir ama Kuran’da geçen dağın bildiğimiz Cudi dağı olduğuna dair yeterince emare vardır. Bazı İslami kaynaklarda Musul ve Diyarbakır yakınlarındaki bir dağdan söz edilmektedir. Cudi yakınındaki Şırnak “Şehr-i Nuh” anlamına gelir denmektedir. Son olarak dağın eteklerindeki Heştan köyünün adının Gemideki 80 kişiye atfen “seksenler” anlamına geldiği söylenmektedir. Bunları göz ardı etsek bile, nihayetinde Irak nahiyesinde bir dağa “oturtulacağı (!)” aşikardır, gidip de Arjantin ve Şili’deki And dağlarına oturacak değildir. Irak’taki en yüksek dağlar da 3600 m ile Cheekhe Dar ile Kuhe Hali Ebrahim dağlarıdır ve Cudi’ye nazaran daha uzaktırlar. Sonuçta Irak ve yakın çevresindeki dağlar bellidir, insanlarca iyi bilinmektedir ve 140 m boyunda bir teknenin kimsenin gözünden kaçması mümkün değildir. O boyda bir tekne kilometrelerce öteden görülebilir.

· Allah istediği anda “ol” deyince milyonlarca tür canlıyı bir anda yaratabiliyor ise neden Hz. Nuh’a boşu boşuna büyük bir gemi yaptırdı? Tufandan sonra hayvanların daha güzellerini bir çırpıda yaratabilirdi. İnsanları ikna etmek için “drama” mı gerekiyordu? O zaman su yerine tüm dünyayı kasıp kavuran bir ”cehennem” ateşi teması daha dramatik olmaz mıydı?

· Yaradan zamana aşkın olduğuna göre Hz. Nuh’un kavminin onun peygamberliğini benimsemeyeceğini biliyordu. Öyleyse bu Tufan daha insan yaratılmadan Tanrı katında planlanmıştı. Neden? İbret diyenler için söylüyorum: Tufandan ibret alması gerekenler zaten Tufanda öldü. Bu paradoksu nasıl açıklayacaksınız? Sonraki kuşaklar ibret alsın diye diyorsanız, ibret alınmadığı ortada. Tufandan bu yana bugün ve geçmişte yaşayan ve yaşamış yüzlerce pagan kavim var. Amerikan yerlileri, Aztekler, Mayalar, Çinliler, Japonlar, Eskimolar, Afrika yerlileri, Amazon yerlileri, Aborjinler, Pigmeler, günümüz dinsizleri ve ateistleri ve daha niceleri… O halde kabak neden sadece Hz. Nuh’un kavminin başına patladı? Lut kavmi de hem de daha kötü bir şekilde yoldan çıkmıştı. Lut Kavmini yok ederken dikkatli davranıp sadece onları cezalandıran Tanrı, Hz. Nuh kavmi söz konusu olduğunda neden yeryüzündeki tüm yaşamı silmeye karar verdi? Bu çifte standardın nedeni nedir?

· Tufan esnasında Hz. Nuh'un kavminden olması ve Hz. Nuh'u tanıması, bilmesi mümkün olmayan Yeni Zelanda, Avustralya, Japonya, Çin, Kuzey ve Güney Amerika, İngiltere, İzlanda, Eskimolar, G. Afrika pigmeleri gibi fiziken çok uzak yerlerde yaşayan insanlar  neden helak edildi? Hz. Nuh zamanında oralarda insanlar yaşamıyordu, diyorsanız yanılıyorsunuz. Çıkan insan kemiklerinden hangi kıtada ne zamandır insanların yaşadığını biliyoruz. Hem öyle derseniz, ben de "124.000 peygamber nereye geldi o zaman?" diye arsızca sorarım.

· Hz. Nuh’un kavmi neler yapmış diye kutsal metinlere dönüp baktığımızda gördüğümüz şey Hz. Nuh’un peygamberliğini kabul etmemeleri, pek pek onunla zaman zaman dalga geçmeleri. Kutsal metinlerde onlara atfedilen daha büyük suçlar göremiyoruz. En büyük suçlama olsa olsa Hz. Nuh ile iddialaşmaları ve “hadi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir de görelim” demeleri… O zaman soru şu: Bu mudur yani? Bunun için mi yeryüzünden tüm canlılar silindi? Aynı sözü Ad kavmi de söylemişti ama onlarla birlikte bütün dünya canlıları yok edilmemişti. Bunu da bir ara masaya yatırmak gerek ama 124.000 peygamberin gelip gittiği rivayet olunuyor hadislerde… Bunların içinde bir Hz. Nuh mu başarısız oldu? Hz. İsa’ya ne demeli? Hz. Nuh’tan farkı ne? Neden Romalılar yok edilmedi? Hemen her açıdan Romalılar Hz. Nuh’un kavminden çok daha acımasız paganlardı. Hz. İsa’yı çarmıha gerdiler, daha ötesi var mı? Taş atıp kovmakla tehdit eden Nuh kavmi yüzünden tüm canlılar yok ediliyor, taş atıp kovmak şöyle dursun, Hz. İsa’yı çarmıha gererek, kafasına dikenli tel geçirip sokak sokak dolaştırıyorlar, sonra da bir tepede ölmesini bekliyorlar. Öyleyse puta tapan, şirk koşan Romalılara bir kıyak mı söz konusu? Ya o 124.000 peygamber?.. Hepsi mi başarılı oldu? Durum buysa sayı neden bu kadar kabarık? Kabileleri kavim saymıyorsanız, yeryüzünde 124.000 kavim yok ki her birine ayrı peygamber gelmiş olsun. Besbelli ki pek çok aynı kavime üst üste peygamber gönderilmiş. Yani insanlık her daim bir şekilde yoldan çıkmış. Peki neden sadece Hz. Nuh’un kavmine bu kadar öfke ve garez?

· İnsanları suda boğmak bir ceza mıdır (Araf/64)? Bir cezaysa Tufandan bu yana yüzbinlerce belki de milyonlarca insan suda boğularak öldü. Bunların arasında Müslümanlar ve diğer kitaplılar da bol miktardaydı. Şimdi bu insanlar da mı cezalandırılmış oldu? Suda boğulmak bir ceza değilse, Hz. Nuh’un kavminin başına gelen nedir o halde? Hayatları ellerinden erken alındı diyorsanız, hayır, erken alınmadı. Allah daha insanı yaratmadan onların ve diğer tüm insanların ne kadar yaşayacağını belirlemişti. Hala erken alındı diyorsanız, o zaman her ölüm erken ölümdür. Hala erken alındı diyorsanız, Allah’ın karar değiştirdiğini söylemiş olursunuz ki bu olacak iş değildir. Bu paradoksu görmezden gelemeyiz.

· Tevrat’a göre gemiye Hz. Nuh, karısı, 3 oğlu ve 3 gelini ile birlikte insanları temsilen 8 kişi biniyor. Kuran’da ise gemiye binenler Hz. Nuh ve çok az sayıda mümin olarak ifade ediliyor (Hud/40). Gemiye “sen, ailen ve iman edenler dışında kimse binmesin” diyerek bir belirsizlik yaratıyor. Gemiye Hz. Nuh’un karısı bindi mi, Hz. Nuh kaç oğlu var ve gemiye bindiler mi belirsiz. Öte yandan bazı hadislerde sayı 8, 13 veya 80 kişi olarak veriliyor. Yine Hud 42 ve 43’te Hz. Nuh’un suda boğulan bir oğlundan söz ediliyor ancak Tevrat’ta böyle bir bilgi yok. Tevrat’ta tufan 371 gün sürüyor, Kuran’da 190 gün civarında. Tevrat’ta gemi Ağrı Dağının zirvesine oturuyor, Kuran’da Cudi Dağının zirvesine.

· Yine Hud 42-43’de gemi “dev gibi dalgalar” arasında yüzerken oğluna seslenip gemiye davet ediyor. Oğlu reddedip, dağa kaçacağını söylüyor. Derken aralarına bir dalga girip oğlunu yutuyor. Bu nasıl mümkün olabilir? Tufan başlamış, dev gibi dalgalar gemiyi beşik gibi sallarken Hz. Nuh oğluna her tarafı kapalı geminin neresinden sesleniyor? Bu esnada oğlu neredeydi? Oğlu istese gemiye nasıl gelecekti? Mantığı aşırı zorlayan bu kurgu Kuran’da var ama Tevrat’ta yoktur. Zaten Bu nedenle Dr. Yavuz Örnek TRT1’deki söyleşide Hz. Nuh’un oğluyla konuşurken cep telefonu kullandığını söyleyebilmiştir. Amaç bu ayeti tevil etmek yani kurtarmak çünkü mantıken her tarafı kapalı geminin içindeki Hz. Nuh gemisi dev gibi dalgalarla boğuşurken ne “ben dağlara kaçacağım” diye durumla alakasız bir cevap veren oğlunu görebilir ne de onunla konuşabilirdi. Oğlu dağlara kaçmaktan söz edebildiğine göre karada olmalıydı. O halde dev gibi dalgalar neredeydi? Gemi neredeydi? Belli ki aralarında çok mesafe vardı. O halde nasıl konuşabildiler? Cevap: Cep telefonuyla!..

· Hz. Nuh neden Allah’tan bir gemi istemedi de kendisi yapmaya kalktı? Oysa Allah’tan kavmini helak etmesini istemişti ve isteği kamil olmuştu!..

· Zamanın dışında olması gereken Yaradan, sürekli zamanın içindeymiş gibi betimleniyor, olaylar Tanrı katında hep bir zaman çizgisi üstünde gelişiyor. Yaşananlar ilahi bir uyarıdan çok epik bir tiyatroyu andırıyor. Tanrı ta en başından, daha insanı yaratmadan, Tufan yapacağını biliyor ve olaylar silsilesi içinde vakti gelince de Tufan yapıyor. Tanrı kendi hayatını kurgulayarak, önceden belirlediği bir ajandaya bağlı olarak mı yaşıyor? Bu durum komik ve bir o kadar da saçma değil mi? Tanrı katında tüm bunlar aynı anda oluyor, diyebilirsiniz ama bu meseleyi çözmek bir yana daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor fakat konuyla doğrudan ilgili olmadığı için burada detaya girmeyeceğim. Belki bir başka topikte tartışırız.

Tufannın her anında ve her aşamasında "mucize" zorunluluğu
Tüm verileri alt alta toplarsak, Tevrat ve Kuran’daki Tufan her aşamasında ya da hemen her adımında “ilahi” bir mucize gerektiriyor. Konu mucizeleri şöyle kısaca bir özetleyelim;

·    Hz. Nuh ve oğulları 137 metre boyunda ve 23 metre eninde bir gemiyi yalnızca 1 haftada inşa ediyorlar.
·    Geminin yapımında yeryüzünde olmayan bir ağaç türü, Gofer ağacı kullanılıyor.
·    Geminin yapımında o çağlarda olmayan zift ve çivi kullanılıyor.
·    Dünyanın dört bir köşesinden EN AZ 1 milyon çift tür ya da 2 milyon hayvan bir hafta gibi rekor bir sürede Irak Küfe’ye geliyor. Bunların içinde örümcek de var, penguen de…
·    Rekor sayıda hayvan 1 yıl yetecek su ve gıdalarıyla birlikte 137 metre boyunca bir gemiye sığıyor.
·    Dünyada olmayan su bir yerlerden dünyaya geliyor.
·    137 metre boyunda ahşap bir gemi dağların yüksekliğine varan azgın dalgalarda bel verip ortadan bölünmediği gibi batmıyor da.
·    Dağ boyunda azgın dalgalarda ve fırtınada kuru bir yaprak gibi savrulan gemide 40 gün boyunca kimsenin burnu kanamıyor.
·    1 yıl süren gemi misafirliğinde hiçbir hayvan hastalanıp ölmüyor.
·    2 milyon hayvanın dışkısı ve idrarını her gün 8 ya da 13/80 kişi temizliyor.
·    Yeryüzündeki bitki örtüsü tamamen su altında kalıp yok oluyor, sonra mucizevi bir şekilde geri dönüyor.
·    Sudaki balık ve deniz canlılarının çoğu yok oluyor sonra mucizevi bir şekilde geri dönüyor.
·    1 yıl denizde başıboş dolaşan gemi, nasıl oluyorsa, Himalayalar’a, Kilimanjaro’ya, And dağlarına, Alplere yada Rocky dağlarına değil, Ağrı ya da Cudi’ye bindiriyor. Ortadoğu’nun dışına çıkamıyoruz bir türlü!
·    Dünyada olmayan su, nereden geldiyse oraya geri dönüyor.
·    5200 ya da 2200 metre yükseklikten mesela kangurular ve penguenler gibi hayvanlar telef olmadan düze iniyor.
·    İndikten sonra, uzaklık hiç önemli değil, her biri geldiği yere geri dönüyor.
·    Dönüş yolunda hiçbir şey yemiyorlar. Dönünce de çoğu yine bir şey yemiyor.
·    Bir çiftten hastalık-sağlık, kaza-bela veya av olmadan tüm türler geri ürüyor.

Yukarıdakilerden ve makale boyunca tüm yazılıp çizilenlerden çıkaracağımız sonuç şudur:
Tevrat ve Kuran’da anlatılan Tufan, başlangıcından sonuna neredeyse her aşamasında “mucize” gerektiren bir kurgu içeriyor. O kadar ki, her aşaması sayısız mucizenin yardımı olmaksızın doğal koşullarda gerçekleşemezdi. Bu söylencenin gerçek olabilmesi mevcut doğa yasaları ve bugün görünen ekosistemin varlığında imkansızdır. Yeryüzünde olmayan suyun gaipten gelip yine oraya dönmesini mucize olarak saysak bile, Tufan diye bir şey aynen kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi olduysa, doğa asla bugün olduğu gibi görünemezdi. Kutsal kitaplarda tasvir edilen kurgu mucizenin ve hayatın doğal akışının iç içe geçmiş bir hali. Mucizeler kısmına söyleyecek bir sözüm yok. Bu kadar su mucizeyle geldi, mucizeyle gitti, Ancak bunu kabul etsek bile Tevrat ve Kuran’da betimlendiği haliyle Tufan bir dizi de doğal süreç içeriyor. İşte bu yazıda esas olarak bu sözde doğal süreçlerin imkansızlığını göstermeye çalıştım. İlaveten kutsal metinlerdeki tutarsızlıklara da şöyle bir değindim. Tufan ancak her adımı, içerdiği her ayrıntısı mucize ile açıklanabilecek kapsamlı bir ilahi söylence. O zaman da soru şu: Bunca tantanaya ne gerek vardı? Sonsuz kudret sahibi Yaradan bir çırpıda Nuh’un kavmini ya da o dönemdeki tüm insanlığı sadece “yok ol” diyerek yok edebilirdi. Bu kadar dolambaçlı, bu kadar fantastik ve bu kadar grift bir yok oluş senaryosuna ne gerek vardı? İbret diyorsanız, ibretin delileri nerede?

Evet, “ol” demesiyle evreni yaratan güç, yarattığı evrenin içinde bir nokta bile olmayan dünyadaki zaten iğne ipliğe bağlı yaşamı yok etmek için tuhaf ve bir o kadar da anlamsız, sonsuz gücüne gölge düşüren bir yönteme başvuruyor. “Ol” deyince bir anda olduran varlık, “öl” deyince bir anda öldüremez miydi? Burada amaç ne?

Nuh’un Gemisi:
 Gemiden ve bazı temel özelliklerinden yazı boyunca zaten söz ettik. Gemi ile ilgili bilgiler daha çok Tevrat’tan ve hadislerden geliyor. Kuran’da fazla detaylı bir gemi tasviri yok. Burada daha önce verilmiş bilgileri yinelemek yerine Tevrat’ın Tufan tarihlemesi ışığında yine bir gemi karşılaştırması yapmak istiyorum. Biliyorsunuz “BİLİMSEL BULGULAR” bölümünde Wyoming guleti ile Nuh’un Gemisini karşılaştırmıştık. Şimdiki karşılaştırma Firavun Khufu’nun gemisi ile olacak. Khufu Gemisi Gizza piramit kompleksinde bulunduğu için MÖ 2500 yılına tarihleniyor. Bulunan 2 gemiden birisi ve şu anda dünyanın en yaşlı eksiksiz gemisi (Resim11). O kadar ki gemiyi şu an müzeden alıp suya koysanız yüzebilecek durumda [e5]. Nuh Tufanı MÖ 2348’de vuku buldu diye iddia edildiğine göre Kfuhu ile Nuh’un gemileri hemen hemen çağdaşlar. Kfuhu gemisi o tarihte yani 4500 yıl önce yapılmış en büyük gemi. Adına Gizza piramidi yapılan Firavun Khufu adına yapılmış bir gemi. Demem o ki, firavun söz konusu olduğu için daha büyüğünü yapabilselerdi yaparlardı. Şimdi geminin boyutlarına gelelim. Boyu 43,6 m, eni 5,9 m. Lübnan sedirinden yapılmış. Hiç demir kullanılmamış çünkü o çağda yoktu. Kıyaslarsak; Nuh’un Gemisi 3,2 kat daha uzun ve 4 kat daha geniş. O dönemin en gelişmiş uygarlığının, teknoloji ve iş gücünün zirvesindeki Mısırlıların yapabildiği gemi 43,6 metre. Nuh’un tek başına ya da Tevrat’a göre 3 oğluyla 1 haftada yaptığı gemi 137,1 metre. Nuh’un Gemisi kaba bir hesapla içine 12 veya 13 tane Khufu gemisi alıyor! Burada yorum yapmayacağım, yeterince yaptım. Yorumu sizlere bırakıyorum.   

Resim_11
Özellikle dini açıdan Tufana getirilen eleştiriler çok daha fazla olabilir. Ben bu kadarını yeterli görüp bölümü kapatıyorum. Konu dini (İslami) eleştirilerin bir kısmı H. Orhan Acar’ın blog'unda var [e3]. Ayrıntılı, ayet ayet Tevrat eleştirilerini ise C. Doğan Duyar’ın Zamanın Gerçek Tarihi adlı üçlemesi (ya da dörtlemesi) içinde bulabilirsiniz. Okumanızı salık veririm. Merak edenler için Kuran’da Nuh Tufanı ile ilgili ayetlerin tümü Kuran Fihristi sitesinde bir arada sıralanmış [e4]. Dikkat edilirse Kuran’da gemiyle ve Tufanla ilgili çok fazla ayrıntı yok. Ayrıntılar daha çok hadislerde görülüyor (c7). Eğer bu hadisler sahihse, ortada ciddi bir sorun var demektir. Hz. Muhammed Kuran’da geçmeyen bu ayrıntıları nereden biliyordu? Bunları bilebileceği 2 kaynak var: Tevrat ve vahiy. Bu ayrıntıları Tevrat’tan aldıysa, günümüzün bazı İslam düşünürleri neye dayanarak bu hadisleri İsrailiyat ilan ediyor? Bu ayrıntılar vahiy yoluyla geldiyse neden Kuran’da yer almıyorlar? Her neyse, bu sorular meselenin özü ile doğrudan ilgili değil. Yine yazarken aklıma geldi, bir dip not olarak belirttim.


Bölüm Özeti
 Dini açıdan ele alındığında, Tanrının söylemleriyle eylemleri arasında bir uyumsuzluk ya da daha net bir ifadeyle tutarsızlık örneğidir Nuh Tufanı kıssası. Tanrının cezalandırdığı kavimler arasında nedeni belirsiz bir şekilde farklı bir yere ve öneme sahiptir Tanrı katında. Gerek Kuran’da gerekse Eski ve Yeni Ahitte olsun anlatılan mesellerin, menkıbelerin ve kıssaların genel akışı ile bariz uyumsuzluklar içermektedir. Bu haliyle Tanrı’nın kitabına sonradan eklenmiş gibi durmaktadır. Nuh kavmi yeryüzündeki tüm canlılarla birlikte yok edilmeyi hak edecek ağırlıkta diğerlerinden farklı bir portre çizmemektedir. Hatta, Lut ve Ad kavmi ile karşılaştırıldığında çok masum kalmaktadırlar. Lut kavmi Tanrının meleklerini becermeye kalkışmış, Ad kavmi de yeryüzündeki insanlara zulüm etmiştir. Bu durumda Nuh kavmine yöneltilen bu “farklı” öfkenin nedenini anlamak mümkün değildir. Nuh kavminin yaptıkları için yeryüzündeki yaşam siliniyorsa, Romalıların yaptıkları için Güneş Sistemi, Moğolların ve Hunların yapıp ettikleri içinse Samanyolu Galaksisi yok edilmeliydi ama ne Romalılar ne Moğollar ne de Hunlara ceza bile söz konusu değildir. Tarihte böyle pek çok vahşi ve gaddar pagan kavim Tanrının gazabına uğramadan gelip geçmiştir ama kabak nedense Hz. Nuh’un kavminin başına patlamıştır. Uzatmayalım, Nuh Tufanı İbrani dinlerin ortak dili içinde bir ayrık otu gibi sırıtmaktadır.
  

 BÖLÜM KAYNAKLARI:



SONUÇ

Pek çok kültürde Nuh Tufanı söylencesine benzeyen ya da benzemeyen tufan efsaneleri var. Bazı bilim adamları genel olarak tüm tufan mitlerinin tarihte yaşanmış bir veya birden çok “yerel” sel felaketi ile ilişkilendirilebileceğini iddia ediyor. Buna ilişkin jeolojik ve arkeolojik olarak varlığı saptanmış bazı sel felaketlerini aşağıda özetledim:

· Şurappa ve Ur arkeolojik kazıları. Şurappa ve Ur günümüz Irak sınırları içinde bulunan antik Sümer kentlerindendir [f1]. Her ikisi de Fırat ve Dicle arasında kalan bereketli havzada, biri kuzeyde diğeri güneydedir. Ur kenti ve bugünkü adı ile Tel El Fara olan Şurappa ve civarında yapılan kazılarda radyometrik tarihleme ile MÖ 2900 yıllarına denk gelen bir “nehir taşmasına” ait çökelti tabakası bulundu. Tabakanın hemen altında MÖ 2900-3000 arasına tarihlenen çömlekler ve benzeri eşyalar vardı [f1]. Fırat ve/veya Dicle nehirlerinin taşması ile oluştuğu anlaşılan çökelti havzasının altında ve üstündeki antik kalıntılar ışığında Nuh Tufanı dahil Mezopotamya kaynaklı tufan efsanelerinin bu nehir taşması kaynaklı büyük sel felaketi ile ilişkilendirilebileceğini düşündürüyor.

· Karadeniz gölünün İstanbul boğazı eliyle iç denize dönüşmesi. Colombia Üniversitesinden deniz bilimciler Dr. William Ryan ve Dr. Walter Pitman tarafından ortaya atılan bu hipoteze [f2] göre Karadeniz geçmişte bir iç deniz değil, Tuna gibi nehirlerin beslediği büyükçe bir tatlı su gölüydü. Son buzul çağının ardından denizler yükselmeye başladı, Cebelitarık bariyeri kırılarak Akdeniz yavaş yavaş genişledi ve Marmara denizini oluşturdu. O esnada İstanbul boğazı henüz yoktu ancak sular o kadar yükseldi ki MÖ 5600 yılında boğaz bariyeri yıkılarak sular devasa bir hızla Karadeniz’e akmaya başladı ve Karadeniz hızla irice bir gölden büyük bir iç denize dönüştü. Bu kuramı desteklemek amacıyla Karadeniz’de çeşitli jeolojik araştırmalar yapıldı ve tatlı su canlıların ait fosillerin olduğu taban katmanlarına ulaşıldı.

· Kuzey Amerika buzullarının ani erimesi. Kuzey Amerika buzullarının 8400 yıl önce erimesiyle bölgede bulunan Agasiz gölünün sularının buzulların kapattığı duvarından taşıp boşalmasıyla oluşan büyük selin Kuzey Amerika kaynaklı tufan efsanelerine kaynaklık etmiş olabileceği düşünülüyor.

· Basra Körfezi taşması. Yine son buzul dönemi kaynaklı hadiselerden biri de denizlerin seviyesinin 11-8 bin yıl öncesinde çok yükselmesidir. Jeolojik araştırmalar bize o dönemde Basra Körfezinin kuru olduğunu, deniz sularının 120 metre yükselmesiyle birlikte 200 x 800 km’lik bir alanın deniz suyuyla dolarak bugünkü Basra Körfezini oluşturduğunu gösteriyor. Bunun izlerini yine Malta adasındaki o tarihlerden kalma insan yapımı patikalarda ve insan tarafından mağara girişlerine yapılan basamaklarda görüyoruz. Bunların başlangıç bölümleri denizden başlıyor yani su altında kalmış.

· Bir hipoteze göre tektonik plakaların hareketleri neticesinde bir zamanlar deniz tabanıyken denizden uzaklaşarak iç karaya dönüşen bölgelerde insanların buldukları deniz kabukları ve balık fosilleri gibi şeyler global bir tufan söylencesine yol açmış ya da mevcut yerel bir tufan söylencesini global tufan efsanesi haline getirmiş olabilir.

· Bir başka hipotez ise MÖ 2900-3000 civarında Hint Okyanusuna düşen 30 km çaplı bir meteorun yol açtığı global tsunami böyle bir söylenceye yol vermiş olabilir.

· Son olarak Santorini adasındaki Thera volkanının MÖ 1600-1630 civarında patlamasıyla oluşan tsunaminin Ege kıyılarını vurarak bu bölgedeki söylencelere (Nuh Tufanı, Mısır’daki 10 felaket vb.) yol açtığı iddiasını sayabiliriz. 

Görüldüğü üzere geçmişte o günün insanlarının küçük dünyasında küresel bir tufan algısına yol açabilecek çeşitli doğal taşkın hadiseleri olmuş. Muhtemeldir ki Sümer Tufanı bu doğal taşkınlardan birinden yola çıkılarak oluşturulmuş. Belki de bu tufan söylencesi Sümerlere atalarından kalmış, onlar da aynı öyküyü Babillere ve Akadlara onlar da Yahudilere devretmişler ve günümüze kadar gelmiş.

Şurası kesin: Bilim bize küresel bir tufan olmadığını söylüyor. Olsaydı, dünyanın her yerinde bariz izlerini görmemiz gerekirdi ama yok. Bilim sahaya çıkıp yerküreyi arşın arşın incelediğinde ortaya çıkan sonuçlar levha tektoniği kuramıyla son derece uyumlu. Her şey yavaş yavaş değişiyor, dönüşüyor. Bu çok yavaş değişim süreci içinde ara sıra ani lokal hadiseler gelişiyor. İşte bu lokal hadiselerden biri ya da birkaçı değişik kültürlerdeki tufan söylencelerinin kaynağı olmuş olabilir. Uzak geçmişte yaşayan insanların dünyanın büyüklüğüne ilişkin bir fikirlerinin olmadığı ve bugünkü iletişim olanaklarının binde birine bile sahip olamadıkları düşünülürse, onların bu küçücük dünyasındaki yerel bir taşkın onlara küresel gelmiş olabilir çünkü dünyaları gerçekten çok küçüktü ve birbirlerinden tümüyle olmasa da genellikle habersiz yaşıyorlardı. Böyle bir ortamda onlara göre küresel, gerçekte lokal bir doğal felaketin kuşaklar boyunca ve kültürden kültüre abartılarak ve (etkili olması için) dramatize edilerek aktarılması sonucunda bugün gerçekte olmadığı bilinen bir Nuh Tufanı söylencesine sahibiz.

Başlığa dönersek; evet Nuh Tufanı bir efsanedir ancak öykündüğü olaylar çok daha doğal bir düzlemde ve yerel olarak bölgede vuku bulmuş “gerçek” bir su taşkınından esinlenmiş olabilir.


SONUÇ KAYNAKLARI:
[f1] https://insanveevren.wordpress.com/2011/05/10/ur-sehri/
[f2] Nuh Tufanı, William Ryan-Walter Pitman, Arkadaş yayınları 2003

Resim Kaynakları:
Resim_0:
Resim_1-2:
Resim_3:
Resim_4:
Resim_5:
Resim_6:
Resim_7:
Resim_8:
Resim_9:
Resim_10:
Resim_11:




YASAL UYARI

Makalede kaynak gösterilerek verilen bilgiler dışındaki yorum ve değerlendirmeler yazara ait olup fikri mülkiyet hakları kapsamındadırlar ve bu nedenle izinsiz kopyalanamaz, çoğaltılamaz ya da kaynak göstermeksizin kullanılamazlar. Aksi durumlar tespiti halinde 5846 sayılı yasa uyarınca cezaya tabiidir.